EN HAYIRLI İNSANLAR VE CİHAT

Sahabe-i kiram, Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) kıymetli arkadaşları ve üzerlerine güneş doğan en hayırlı topluluktur.  Onlar vahyin inişine şahit olmuş, Cebrail’in (aleyhi’s-selam) esintisini hissetmiş güzide insanlardır. Yaşadıkları hayat ile Allah’ı (celle celalühü) o kadar razı etmişlerdir ki, bu rıza kendilerine daha dünyadalarken ayet-i kerime ile bildirilmiştir. Onlar din-i mübin-i İslam’ı bize ulaştıran tertemiz yolun ilk halkasıdırlar.

Sahabe-i kiram, Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) ifadesiyle, hidayet rehberleri ve Müminlerin numune-i imtisalleridir. Hidayet bulmamız için her işimizde örnek almamız gereken bu güzide insanları, cihat anlayışı hususunda da taklit etmemiz mühimdir. Bu sebeple onların cihat anlayışlarını, İslam için mücadelelerini ve bu mücadeledeki tavırlarını incelemeye ve razı olunan hayatlardan, razı olunacak olan cihadı öğrenmeye çalışacağız. Şanı yüce olan Rabbimiz, razı olduklarına uyabilmeyi bizlere nasip eylesin. Âmin.

Peygamberin Öldüğü Dünyada Biz Niye Yaşıyoruz

Uhud Savaşı, Müslümanların neredeyse yenilecekleri ve çok ciddi sıkıntılara maruz kaldıkları bir savaş oldu. Kuşatılan İslam ordusu çok şehit verdi ve ordunun savaş nizamı bozuldu. Ancak Müslümanların yıkılmasına sebep olan asıl olay, savaş meydanında Hazreti Peygamberin (sallallahu aleyhi ve sellem) öldürüldüğü haberinin yayılması oldu. Müslümanların takatleri kesildi, tabiri caizse oldukları yerlere yıkılıp kaldılar. Enes b. Nadr (radıyallahu anh) Hazreti Ömer ve Hazreti Talha’nın bir kenarda yığılıp kaldıklarını görünce: “Ne oluyor size, neden oturuyorsunuz?” diye sordu. “Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) öldürüldü!” dediler. Enes b. Nadr bir an bile tereddüt etmeden, Rasulullah’ın öldüğü bir dünyada yaşayıp ne yapacaksınız? Kalkın! Rasulullah’ın uğruna öldüğü dava için sizde ölün!diyerek düşman saflarının arasına daldı ve şehit oluncaya kadar savaştı.[1] Kahramanca savaşarak şehit olan Enes b. Nadr’ın (radıyallahu anh) vücudunda seksenden fazla kılıç ve mızrak yarası vardı. Kâfirler, burnunu ve kulaklarını kesip mübarek cesedini tanınmayacak hale getirmişlerdi. Kendisini kız kardeşinden başkası tanıyamadı.[2]

Enes b. Nadr, Bedir Savaşı’na katılamamış ve bir gün Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem): “Ya Rasulallah! Bedir Savaşı’na katılamadım. Ama olur da Allah müşriklerle karşılaşmayı bana nasip ederse, o gün yapacaklarıma Allah şahit olacaktır!” demişti. Allah’ı şehadetine şahit ederek bu dünyadan ayrıldı. “Mü’minlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sâdık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir (şehit olmuştur.) Bir kısmı da (şehit olmayı) beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.” ayet-i kerimesi bu olay üzerine nazil oldu.[3]

Sağlam Ayaklarıyla Cennete Yürüdüğünü Görüyorum

 Amr b. el-Cemûh (radıyallahu anh) ayaklarından rahatsız olan ve kendisine cihat farz olmayan bir sahabî idi. İnsanların Uhud Savaşı için yola çıktıklarını duyunca hazırlanmaya başladı. Dört oğlu, kendisine savaşın farz olmadığını, evde oturması gerektiğini ısrarla söyleyip savaş için çıkmasına izin vermediler. Amr (radıyallahu anh) soluğu Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanında aldı. Oğullarının savaşa katılmaması için kendisine baskı yaptıklarını anlattı. Hz. Peygamber: “Sen hasta bir adamsın, savaşa katılmana gerek yok.” buyurdu. Ancak Amr’ın (radıyallahu anh) şehadete olan hırsını gören Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), Amr’ın oğullarına: “Onu engellemeyin. Umulur ki Allah ona şehadet nasip eder.” buyurdu. Böylece orduya katılan Amr b. el-Cemûh (radıyallahu anh) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile savaşarak şehit oldu. Savaştan sonra mübarek na’şının başına gelen Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): İki ayağı sağlam olduğu halde cennette yürüdüğünü görür gibiyim.buyurdu.[4]

Onun Ayağına Diken Batacağına Ben Burada Ölmeyi Tercih Ederim

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), iki Arap kabilesinin istekleri üzerine, 10 kişilik bir muallim heyetini, onlara dini öğretmeleri için gönderdi. Yolda saldırıya uğrayan muallimlerden Zeyd b. Desine ve Hubeyb b. Adiy (radıyallahu anhuma) hariç diğerleri şehit edildi. Bu iki sahabî de müşrikler tarafından Mekke’ye götürülüp köle olarak satıldılar. Safvan b. Ümeyye, Bedir savaşında öldürülen babasının öcünü almak için Zeyd’i (radıyallahu anh) satın aldı. Kureyş, kurulan idam meclisinin etrafına toplandı.

Zeyd’i (radıyallahu anh) asmak için bir direk kurdular. Asılmasına dakikalar kala Ebû Süfyan, Zeyd’in yanına gelerek: “Doğru söyle! Ailenin yanında olmayı ve senin yerine burada Muhammed’in asılmasını istemez miydin?” diye sordu. Bu soru üzerine Zeyd b. Desine (radıyallahu anh): “Asla! Bırak ailemin yanında olmak için onun öldürülmesinden razı olmayı, Medine’de onun ayağına diken batıp ona eziyet vermesine bile razı olmam. Onun ayağına diken batıp ona eziyet vermesindense ben burada ölmeyi tercih ederim.”demiştir. Bunun üzerine Ebû Süfyan: “Yeryüzünde Muhammed’in arkadaşları tarafından sevildiği gibi sevilen başka kimseyi görmedim.[5] demekten kendini alıkoyamamıştır.

Ey Ölüm! Seni Bunca Sene Harp Meydanlarında Bekledim

“Allah’ın kılıcı” lakabıyla anılan Halid b. Velid (radıyallahu anh), Allah yolunda cihat edenlerin önderlerindendir. Yenilgi yüzü görmeyen bu güzide sahabî, adeta savaşmak için yaratılmıştı. Kendisi bu durumu şöyle ifade ediyor: “Cihat ile uğraşmak beni Kur’an-ı Kerim kıraatinden bile alıkoydu.[6]

Allah (celle celalühü), üç komutanımızın şehit olduğu Mûte Savaşı’nda da ona zafer nasip etmiştir. 3.000 kişilik kuvvetiyle en azından 100.000 kişilik düşman ordusunu korkutup kaçırtmıştır. Şu sözü, onun savaşmayı ne kadar sevdiğini anlamamıza yardımcı olacaktır: “Yeryüzünde bana en sevgili gelen gece: Muhacirlerle beraber, gündüzünde düşmanla savaştığımız, buz gibi ayaz olan bir gecedir.[7]

Hayatı savaşmakla geçen Halid b. Velid’e (radıyallahu anh), cephede düşmanla vuruşurken şehit olmak nasip olmamıştır. Şehadet aşkıyla yanan sahabî, şehit olamadığı için ne kadar üzüldüğünü, ölmeden az bir vakit önce şöyle ifade etmiştir: “Ey Ölüm! Bunca sene seni harp meydanlarında bekledim![8] Şu kadar savaşta bulundum, vücudumda kılıç ve mızrak değmemiş bir karış yer yoktur. Lakin ihtiyar develer gibi yatağımda ölüyorum. Korkaklar dünyada rahat yüzü görmesin![9]

Kadîsiye Savaşı’ndan Bir Sahne: “Allah’ın Vaadi Gelinceye Kadar Savaşırız!”

Hazreti Ömer’in hilâfet döneminde, Sad b. Ebî Vakkâs (radıyallahu anh) komutasındaki İslam ordusu, İran’ın fethiyle vazifeli olarak Pers topraklarına dayandı. 34.000 kişilik İslam ordusunun karşısında 80.000 yedeğiyle beraber 200.000 kişilik bir Pers ordusu vardı. Sad b. Ebî Vakkas Pers komutanı Rüstem’e birkaç elçi göndermiş ama Rüstem her defasında elçileri kovmuştu. Bu kez elçi olarak giden kişi, Müslümanlar arasında cesareti ve korkusuzluğu ile tanınan Rib‘î İbn-i Âmir (radıyallahu anh) oldu.

“Rib‘î İbn-i Âmir eski püskü kıyafeti, eğik kılıcı ve kalkanıyla Rüstem’in karargâhına geldi. Rüstem, altın bir tahta kurulmuş, etrafını dünya zenginlikleriyle doldurmuştu. Hizmetçiler, nakışlı ipek yastıklarla süslenmiş odada, Rüstem’in etrafında dört dönüyorlardı. Rüstem’in korumaları Rib‘î İbn-i Âmir’e: “Silahını bırak!” dediler. Cesur sahabî: “Kılıcımı bırakmam! Sizinle görüşmek için gelen ben değilim! Beni buraya siz davet ettiniz. Ya böyle girer görüşürüm ya da döner giderim.” şeklinde cevap verdi.

Rüstem: “Bırakın onu, gelsin!” dedi. Rib‘î İbn-i Âmir elindeki kılıcı ipek yastıklara batırarak Rüstem’e doğru yaklaştı. Rüstem: “Ne diyorsun, anlat!” dedi. Rib‘î İbn-i Âmir (radıyallahu anh) 200.000 kişilik ordunun komutanına, yalınkılıç şunları haykırdı: “Biz, insanları kula kulluktan Allah’a kulluğa döndürmek; dünyanın darlığından İslam’ın genişliğine çağırmak; İslam’ın adaletiyle batıl dinlerin adaletsizliklerinden kurtarmak ve İslam’a davet etmek için, Allah tarafından gönderilmiş bir topluluğuz. Kim davetimizi kabul ederse biz de onun Müslümanlığını kabul eder ve döner gideriz. Kim kabul etmezse Allah’ın vaadi gerçekleşinceye kadar onunla savaşırız.” Rüstem: “Allah’ın size vaadi nedir?” diye sordu. Rib‘î İbn-i Âmir: “Ölürsek cennet, kalırsak zafer” dedi. Rüstem: “Seni dinledim, dediklerini düşünmemiz için bize süre verir misin?” diye sordu. Rib‘î İbn-i Âmir: “Olur, size bir iki gün süre veririz.” dedi. Rüstem: “Bu kadar sürede büyüklerimizle haberleşip karar veremeyiz.” deyince korkusuz sahabî: “Peygamberimiz bize, düşmanla karşılaştığımız zaman, üç günden fazla mühlet vermemizi yasakladı. Düşün, taşın, kime sorarsan sor ve bu mühlet içinde şu üçünden birini tercih et: Müslüman olmak, cizye vermek ya da savaşmak.” Rüstem: “Sen Müslümanların reisi misin? (Hangi vasıfla seninle anlaşacağız?)” diye sordu. Rib‘î İbn-i Âmir (radıyallahu anh): “Hayır, ancak Müslümanlar tek vücut gibidir. En düşüğümüz, en güçlümüze kuvvet verir.” dedi.

Rüstem, Rib‘î İbn-i Âmir’in tavırlarından ve cesaretinden etkilendi. Adamlarıyla yaptığı istişarede İslam’ı kabul etmeyi teklif etti ancak sert bir muhalefetle karşılaştı. İstişare ettiği kimseler: “Adamın elbiselerini görmedin mi? Böyle giyinen bir adamdan ne olur? Kendi dinimizi bırakıp bunun dinine mi gireceğiz?” diyerek Rib‘î İbn-i Âmir’i (radıyallahu anh) küçümsediler. Akıllı bir komutan olan Rüstem adamlarına: “Yazıklar olsun size ki adamın kılık kıyafetine bakıyor, aklına, cesaretine ve söylediklerine bakmıyorsunuz! Onlar yemeğe ve giyinmeye önem vermiyor, fikirlere önem veriyorlar.” şeklinde cevap verdi.

Rib‘î İbn-i Âmir’den sonra Huzeyfe b. Mihsan (radıyallahu anh), ondan sonra da Muğire b. Şu‘be (radıyallahu anh) elçi olarak Rüstem ile görüştü. Ancak görüşmelerden olumlu bir sonuç çıkmadı ve iki ordu karşı karşıya geldi. Pers ordusu, büyük bir yenilgiye uğradı. Sad b. Ebî Vakkâs (radıyallahu anh) savaştan sonra bir hutbe verdi. Bu hutbede, “Andolsun, Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zebûr’da da, ‘Yeryüzüne muhakkak benim iyi kullarım varis olacaktır’ diye yazmıştık.[10] ayet-i kerimesini okudu.[11]

80 Küsur Yaşında Medine’den İstanbul’a

İstanbul’un Eyüp ilçesinde medfun bulunan ve ilçeye ismini veren Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallahu anh), Hazreti Peygamberi (sallallahu aleyhi ve sellem) bir süre evinde misafir etmiş, kıymetli bir sahâbîdir. Kendisi seksen küsur yaşındayken, Emevi Devleti döneminde, İstanbul’un fethi için giden orduyla birlikte İstanbul’a gelmiştir.

Savaş başladığında ordudaki gençlerden birisi safları yararak düşman içine atıldı ve bir süre savaştıktan sonra şehit oldu. Bunun üzerine ordudakiler: “Şunun yaptığına bakın, kendini tehlikeye atıyor. Hâlbuki Allah (celle celalühü): “Kendi kendinizi tehlikeye atmayın![12] buyuruyor.” dediler. Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Bu ayet-i kerime bizler hakkında nazil oldu. Allah Peygamberine yardım edip dinini aziz kılınca biz, ‘Artık mallarımızın başında duralım da onların artmasıyla uğraşalım’ dedik. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.[13]

Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri ilerlemiş yaşına rağmen, din-i mübin-i İslam’ı yaymak için uzun mesafeler kat etmiş ve İstanbul önlerinde Rumlarla cihat etmiştir. Allah, bu cihadı sırasında şehit olmayı kendisine nasip etmiş ve onun mübarek bedenini İstanbul’un manevi çivisi olarak bizlere hediye etmiştir.

تَشَبَّهُوا بِالْقَوْمِ إِنْ لَمْ تَكُونُوا مِثْلُهُمْ – إِنَّ التَّشَـــــــبُّهَ بِالْكِــرَامِ فَــــــــــلاَحٌ

Onlardan değilseniz bile onlara benzeyin. Zira iyilere benzemek kurtuluştur.

Son Söz

Son olarak Rabbimizin şu kelamına kulak verelim: “Size ne oluyor da, Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkeklerin, kadınların ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?[14] Ey Müslümanlar! Bize ne oluyor ki Filistin’de, Suriye’de, Doğu Türkistan’da ve sair İslam beldelerinde, kardeşlerimiz Müslümanlıklarından dolayı zulme uğrarken kılımızı kıpırdatamıyoruz? Ana yurtlarında bir avuç Yahudi’nin zalim yönetimi altında yaşayan ve ömürlerini İsrail hapishanelerinde işkencelerle geçirenler bizim kardeşlerimiz değiller mi? Doğu Türkistan’da, gözlerinin önünde annesi ve babası katledildikten sonra, kâfirlere satılmak üzere Pekin’e götürülen Zeynep, bizim kardeşimiz değil mi? Ne zamana kadar bu zillete sessiz kalacağız?

Rabbimiz, Eyyüb el-Ensârî hazretlerine vermiş olduğu azmi; Rib‘î İbn-î Âmîr’e (radıyallahu anh) vermiş olduğu cesareti; Allah’ın kılıcı Halid b. Velid’e vermiş olduğu zaferi ve “Peygamberin öldüğü dünyada biz niye yaşıyoruz? Kalkın, onun uğruna öldüğü dava için siz de ölün!” diyen Enes b. Nadr’a vermiş olduğu dava şuurunu, bizlere de ihsan eylesin. İslam’ın ve Müslümanların aziz olduğunu görmeden canımızı almasın. Âmin.


[1] Şemsüddîn Muhammed ez-Zehebî, “Târîhu’l-İslâm”, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabiyye, 1999, 1/188-189

[2] Sahîhu’l-Buhârî, “Kitâbü’l-Cihâd ve’s-Siyer”, Hadis Nu: 2805

[3] Sünenü’t-Tirmizî, “Kitâbü Tefsîri’l-Kur’ân”, Hadis Nu: 3200

[4] Muhammed Yûsuf el-Kandehlevî, “Hayatü’s-Sahâbe”, Müessesetü’r-Risale, 1999, 1/401-402; Cemâlüddîn Ebü’l-Ferec Abdurrahmân el-Bağdâdî, “el-Muntazam fî Târîhi’l-Ümem-i ve’l-Mülûk”, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1992, 3/192

[5] el-Kâdî İyâz, “eş-Şifâ bi Ta‘rîfi Hukuki’l-Mustafâ”, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2/23

[6] Muhammed Yûsuf el-Kandehlevî, a.g.e., 2/51

[7] Ebû Bekir Ahmed b. Huseyin el-Beyhakî, “Şuabu’l-Îmân”, Hadis Nu: 19767; İbn-i Ebî Şeybe, “el-Musannef”, Hadis Nu: 19421; Ahmed b. Şuayb en-Nesâî, “Sünenü’l-Kübrâ”, Hadis Nu: 9190

[8] Süleyman b. Ahmed Ebu’l-Kâsım et-Taberânî, “Mu‘cemü’l-Kebîr”, Mektebetü İbn-i Teymiye, 1994, 4/106, Hadis Nu: 3812; Muhammed b. Mükerrem İbn-i Manzûr, “Muhtasaru Târîh-i Dimeşk”, Dâru’l-Fikr, 1985, 8/24

[9] Ebû Bekir Ahmed b. Mervân ed-Dîneverî, “el-Mücâlesetü ve Cevâhîru’l-‘İlm”, Dâru İbn-i Hazm, 1998, 3/194

[10] Enbiyâ, 21/105

[11] İbn-i Kesîr, “el-Bidâye ve’n-Nihâye”, Dâru İhyâi’t-Türasi’l-Arabiyye, 1988, 7/46; Abdurrahmân İbni Haldûn, “Târîhu İbni Haldûn, Dâru’l-Fikr, 2000, 2/529/530

[12] Bakara, 2/195

[13] Sünenü’t-Tirmizî, “Kitâbü Tefsîri’l-Kur’ân”, Hadis Nu: 2972

[14] Nisa, 4/74

Hakkında Mustafa Şekerci

Mustafa Şekerci, 1992 yılında İnebolu’da dünyaya geldi. Eğitim hayatına başlamadan ailesiyle birlikte İstanbul’a taşındı. Lisenin son yıllarında Mahmut Ustaosmanoğlu Efendi Hazretleri (kuddise sirruhu) ile tanıştı ve ona intisap etti. Marmara Üniversitesi Matematik bölümünde kısa süre bulunduktan sonra üniversiteyi bırakıp medrese tahsiline başladı. Beş yıllık temel İslamî eğitimin ardından tekâmül medresesinde eğitim gördü ve icazet aldı. Bu süre içerisinde İstanbul Üniversitesi İlahiyat bölümünü bitirdi. Tekâmül eğitiminden sonra İsmailağa Dergisi bünyesinde editörlük ve yayın kurulu üyeliği vazifeleri yaptı. 2018 yılında kurulan Alem-i İslam İlim ve Hizmet Derneği‘nin kuruluşunda, kurucu başkan olarak yer aldı. Halen dernek başkanı olan Mustafa Şekerci, Alem-i İslam Derneği bünyesinde faaliyet gösteren Türkiye’nin ilk ve tek hadis hafızlığı medresesinde müderrislik yapmaktadır. Bunun yanında 2020 yılında, Dini Soruların Cevap Kapısı sloganıyla kurulan Meşihat sitesinin genel yayın yönetmenliğini yapan Mustafa Şekerci‘nin ilmî ve fıkhî yazıları Meşihat sitesinde yayınlanmaktadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir