Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallahu anh)’ın rivayetine göre Rasulullah ﷺ şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz helaya girdiği zaman kıbleye yönelmesin ve sırtını da dönmesin. Doğuya ya da batıya dönsün.”[1]
Ebû Eyyûb el-Ensârî
Medineli Neccaroğullarından olan Zeyd b. Harise Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin babası Zeyd b. Kuleyb, annesi Hind b. Said’dir. Nübüvvetten 30 yıl kadar önce doğmuş, 40 yaşlarındayken iman etmiş ve ikinci Akabe biatine katılmıştır. 92 yaşlarındayken İstanbul muhasarasına katılmış ve hicri 91 yılında İstanbul önlerinde şehit olmuştur.
Peygamber ﷺ’den 150 kadar hadis-i şerif rivayet eden Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallahu anh) sahabe içerisinde fetva verecek kadar ilmi olanlardan biridir.
Âlemlerin Efendisini Misafir Etme Bahtiyarlığı | Mihmandâr-ı Nebî
Efendimiz ﷺ Medine’ye hicret ettiğinde Ensar-ı Kiram tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı. Medineliler Peygamber ﷺ’i evlerinde ağırlamak için adeta birbirleriyle yarıştılar. Bu ilgi üzerine Efendimiz ﷺ, “Devemi bırakın. O memurdur. Allah ﷻ ona nereye çökeceğini bildirir.” mahiyetindeki sözlerle misafir olacağı yeri Kasvâ adındaki devesinin tayinine bıraktı. Kasvâ ilk olarak Sehl ve Süheyl isimli iki yetim kardeşe ait olan bir araziye çöktü. Daha sonra oradan kalkıp bir tarafa doğru biraz yürüdükten sonra aynı yere geri gelip tekrar çöktü. Bunun üzerine Peygamber ﷺ, “Devenin ilk çöktüğü yere mescidimiz inşa edilecek, oraya en yakın yere de misafir olacağım.” buyurdu. Bunun üzerine Kasvâ’nın çöktüğü yere en yakın evin sahibi olan Ebû Eyyüb el-Ensârî hazretleri hemen Peygamber ﷺ’in eşyalarını evine taşımaya başladı. Efendimiz ﷺ mescidin inşası bitip yanında kendisine ait hücre yapılıncaya kadar 6 – 7 ay kadar bu evde misafir kaldı.[2]
Asırlar Öncesinden Gelen Mektup
Tarih kitapları Kasvâ’nın Ebû Eyyüb el-Ensârî hazretlerinin evine yakın yere çökmesinin ardında da bazı olaylar olduğunu nakletmektedir. Bu olayların yaşandığı tarihlerden 700 sene kadar önce Yemen kralı Rebîa’dan sonra tahta geçen Ebû Kerb isimli hükümdar topraklarını genişletme adına fetih seferleri düzenlemeye başladı. Bu seferler Medine’ye kadar ulaştı. O dönem Medine’de ikamet eden Yahudiler şehri teslim etmeyip direnmeye karar verince çok sinirlenen Ebû Kerb şehrin yağmalanmasını, yakılıp yıkılmasını emretti. Bunun üzerine şehirde yaşayan iki Yahudi âlim Ebû Kerb ile görüşmek istediler. Bu görüşmede ona ahir zaman Peygamberinin bu çevreden çıkacağını ve Medine’nin o Peygamberin hicret yurdu olacağını anlattılar. Eğer bu yurdu yıkarsa Allah’ın gazabına uğrayacağını ve bu işten vazgeçerse Allah’ın rahmetiyle muamele olunacağını kendisine bildirdiler.
Anlatılanlardan etkilenen Ebû Kerb ahir zaman Peygamberiyle alakalı daha fazla malumat elde edebilmek adına bu iki âlimi de yanına alarak Yemen’e döndü. Daha sonra Peygamber ﷺ’e duyduğu sevginin artmasıyla tacı ve tahtı bırakıp Medine’ye yerleşti. Burada bir arsa alıp kendine bir ev inşa etti. Es‘ad el-Himyerî ismiyle anılan Ebû Kerb bu evde yaşamaya başladı. Hedefi, ahir zaman Peygamberinin zuhurunu beklemek ve ona hizmet etmekti. Lakin ömrü vefâ etmedi. Ölüm döşeğindeyken ahir zaman Peygamberi için yazmış olduğu bir şiiri oğullarına emanet etti ve onlara gelecek olan Peygambere hizmet etmelerini vasiyet etti. Asırlar boyunca birçok kez el değiştiren bu evin son sahibi Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleriydi.
Efendimiz ﷺ Halid b. Zeyd hazretlerinin evine girince Hz. Halid Es‘ad el-Himyerî’den tevarüs eden şiiri kendisine okudu. Efendimiz ﷺ de şiiri dinledikten sonra, “Selam olsun Tübbâ melikine, Selam olsun Ebû Kerb’e…” buyurdu.[3]
O Evden Bazı Sahneler
Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallahu anh)’ın evi iki katlıydı. Efendimiz ﷺ, “Benim gelenim gidenim çok olur. Sizi rahatsız etmiş olmayalım. Biz alt katı kullanalım, siz üst katı kullanın.” buyurarak kendi döşeğinin alt kata serilmesini emretti. İster istemez bu isteği kabul eden Hz. Halid, akşam olup üst kata çıkması gerektiğinde sıkılmaya başladı. Durumu Efendimiz ﷺ’e arz edip o alt kattayken üstte rahat edemediğini beyan etse de Peygamber ﷺ’e üst kata çıkmayı kabul ettiremedi.
Birkaç gün böyle devam ettikten sonra bir akşam üst katta bir su kabı döküldü. Yere dökülen suyun aşağı akmaması için ellerinden geleni yaptılar lakin muvaffak olamadılar. Bu olay üzerine Ebû Eyyüb el-Ensârî hazretleri Efendimiz ﷺ üst kata çıkmayı kabul edene kadar ısrar etti ve neticede Peygamber ﷺ üst kata taşındı.
Hz. Halid (radıyallahu anh) yedi aylık misafirliği döneminde her zaman yemeği önce Peygamber ﷺ’e ikram etmiş; “Bu yemeğe Rasulullah’ın mübarek eli değmiştir.” diyerek ondan artan yemeği kendisi yemiştir.
Bir gün Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin evinde soğanlı ve sarımsaklı bir yemek pişti. Yemek Peygamber ﷺ’e ikram edildi. Tabaklar alındığında Rasulullah ﷺ’in yemekten hiç yemediği anlaşıldı. Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallahu anh), “Ya Rasulallah! Bu yemeği beğenmediniz mi?” diye sordu. Efendimiz ﷺ, yemeğin içinde soğan ve sarımsak olduğu için yemediğini, kendisinin insanlarla sık görüştüğünü, onlara eziyet etmemek için bunları yemekten hoşlanmadığını beyan etti. Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallahu anh) yemeği hanımına götürdü ve: “Vallahi Rasulullah’ın hoşlanmadığından biz de hoşlanmayız; onun yemediğini biz de yemeyiz.” dedi.[4]
90 Yaşlarında İstanbul Önlerinde
Ebû Eyyüb el-Ensârî hazretlerinin ömrü gazalarda geçmiştir. O, gerek Hz. Peygamber döneminde, gerek Hulefâ-i Raşidîn döneminde birçok sefere iştirak etmiş bir sahabîdir. Hz. Muaviye (radıyallahu anh)’ın döneminde düzenlenen İstanbul seferi de onun katıldığı cihatlardan biridir. Bu hususta kendisine, “Sen daha düne kadar Muaviye (radıyallahu anh)’a karşı Hz. Ali (radıyallahu anh)’ın saflarında savaşmıyor muydun? Şimdi ne oldu da Muaviye’ye asker oldun?” denildiğinde, “O başka, bu başka. Ben gazaya dâhil olur, ecrimi alırım.” demiştir.
Hicri 48 yılında düzenlenen birinci İstanbul seferinde herhangi bir çarpışma yaşanmaz. Bu seferi bir keşif harekâtı olarak kabul edebiliriz. Bu seferden sonra Muaviye (radıyallahu anh) ikinci İstanbul seferine hazırlanmış ve ordunun komutasını oğlu Yezid’e bırakmıştır. Yezid’in komutası altında hareket etmek Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallahu anh)’a ağır gelse de, İstanbul hakkında Peygamber müjdesine nail olma isteğiyle bu orduya katılmıştır. Lakin Yezid komutasındaki ana orduda görev almak yerine Süfyan b. Avf’ın komutasındaki öncü birliklerde vazife almıştır. İstanbul önlerine geldiklerinde Halid b. Zeyd (radıyallahu anh) hastalanmış ve ordudakilere kendisini götürebildikleri kadar ileriye götürmelerini, fetih müyesser olsa da olmasa da kendisi İstanbul’a en yakın yere defnetmelerini vasiyet etmiştir. Ölüm döşeğindeyken Allah Rasulünden bir hadis-i şerifi şöyle nakletmiştir: “Size Allah Rasulünden bir hadis anlatacağım. Eğer bu sözün benimle beraber ahirete gitmesinden korkmasaydım size bunu anlatmazdım. Rasulullah ﷺ şöyle buyurmuştur: ‘Kim Allah’a şirk koşmadan ölürse Cennet’e girer.’”[5]
Hastalık neticesinde İstanbul önlerinde vefat etmiş, vasiyetine sadık kalınarak ordu tarafından ulaşılabilen en ileri noktaya defnedilmiştir. İstanbul, asırlar sonra Fatih Sultan Mehmet Han tarafından fethedilince tüm Müslümanlar bu mübarek sahabînin kabrinin ortaya çıkarılmasını murat etmişler ve kabir keşif yoluyla Akşemsettin hazretleri tarafından tespit edilmiştir. Tespit edilen yer bir miktar kazıldığında kabre ait alametler zahir olmuş ve sultan tarafından türbe inşa ettirilmiştir.
Helada Kıbleye Yönelmeyin
Küçük ve büyük abdest ihtiyacını gidermek niyetinde olan kimsenin sahrada (açık arazide) kıbleye yönelmesi tahrimen mekruhtur. Bina içerisinde bulunan helalar da bu hükümden istisna edilmez. Ancak bina içerisinde hela için hazırlanmış yerlerdeki kerahet sahradaki gibi değildir.
Efendimiz ﷺ’in bu beyanı Medinelilere yönelik olduğu için “Kıbleye yönelmeyin, doğuya yahut batıya yönelin.” buyurmuştur. Maksut mana şudur: “Yüzünüz ve sırtınız kıbleye değil, diğer iki yöne gelsin.”[6]
Detaylı bilgi için: Helaya Girerken Okunacak Dua | Hela Adapları
[1] Buhârî, (144).
[2] Zehebî, Siyer-u E‘lâmi’n-Nübelâ, Dâru’l-Hadîs, 2006, IV/55.
[3] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-Nebeviyye, Şirketü’t-Tabaati’l-Fenniyye, I/24-26.
[4] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, Dâru’l-Fikr, 1989, I/572.
[5] Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Kebîr, (4042).
[6] Aliyyü’l-Kârî, Mirkâtü’l-Mefâtîh, Dâru’l-Fikr, 2002, I/373.