Muhammed Zahid el-Kevseri

Muhammed Zahid el-Kevseri
(1879-1952)

Çerkez asıllı, Anadolu’da doğmuş, İstanbul’da yetişmiş, Mısır’a hicret etmiş ve orada vefat etmiş son dönem Osmanlı Alimi, Hanefi Fakihi ve Muhaddis.

Atalarımız “Aslını unutan haramzadedir.” demişler. Bu söz belki anne-baba ve dede gibi kişinin hakiki olarak neslinden gelmiş olduğu kimseleri unutmak ve tanımazlıktan gelmek manasında kullanılmıştır. Ancak her ne kadar bu manaya gelse de, bir milletin topluca geçmişini unutmasına da kullanılır. Tarihini, kültürünü, alimlerini, eserlerini tanımazlıktan gelen bir millet belki de öz anne-babasını inkar edenden daha haramzadedir. Maalesef ülkemizde uzun bir dönem eskimize ait olan her şeyin kötü ve köhne olduğu, iyilik namına ne varsa batıda olduğu düşüncesi zihinlerimize zerk edildi. Öyle ki dinimizi müsteşriklerden öğrenir olduk. Buhari’yi, Buhari’ye düşman olan hatta İslam’a düşman olanların yazılarından okur hale geldik. Hanefiliği bilmeden Hanefiliğin İslam düşmanları tarafından yapılan eleştirilerini okuduk. Sanki bizim topraklarımızda bize Buhari öğretecek milli Alimlerimiz yokmuş gibi, bize Hanefiliği öğretecek Hanif ve Hanefi alimlerimiz yokmuş gibi.

“Zararın neresinden dönersek kardır” kabilinden, gözümüzü kendi topraklarımızda yetişmiş ilim ve fikir adamlarına çevirmemize belki ufak bir katkısı olur diye sizlere bu toprakların yetiştirdiği büyük bir alimi tanıtmak için bu yazıyı kaleme alıyorum. Çok uzak değil yaşadığı zaman bizlere ama bizim gözümüz O ve O’nun gibilerden çok uzaklara bakıyor. O, İslam’ın kaos yıllarına şahitlik etmiş, gelenek düşmanlarına karşı geleneği layığıyla savunmuş bir Alim. İslam topluluklarının geri kalmasını tasavvufa, mezheplere ve hatta dine bağlayan sözde aydınların hüküm sürdüğü devirde tasavvufu da mezhepleri de dini de elinden ve kaleminden geldiği kadar savunmuş bir alim. Karşımıza bazen birçok hadis kitabından icazet almış bir hadisçi olarak bazen İmam-ı Azam’ın (rahmetullahi aleyh) çok şiddetli savunucusu bir Hanefi fıkıh alimi olarak çıkar Muhammed Zahid Kevseri…

1. Doğumu ve Tahsili

Kevseri ailecek Kafkaslardan göçüp yerleştikleri Düzce yakınlarındaki Hacı Hasan köyünde (bugün Karaçalı) 1879 yılında dünyaya gelir. Kendisinin nisbet olarak kullandığı “Kevseri” kelimesi dedelerinden birinin ismidir.[1] Kevseri’nin ilme başlaması babası Şeyh Hasan Efendi’nin elinde olmuştur. Bu itibarla babası hakkında da küçük bir bilgi paylaşmakta fayda görüyorum. “Babası müderris Hasan Hilmi Efendi 1831’de Kafkasya’da Şebzer’de doğdu. Bu yörede tahsilini tamamladıktan sonra ülkesinin 1863’te Rusya tarafından işgal edilmesi üzerine ailesi ve talebeleriyle birlikte Düzce’ye hicret edip kendi adına izafetle kurulan Hacı Hasan köyüne yerleşti. Düzce’de Nakşibendi tarikatı halifelerinden Şeyh Devlet’e bağlandı ve 1865’te hilafet mansıbını elde etti. 1867’de köyünde inşa edilen medresede müderrislik yapmaya başladı.[2] Böyle bir babanın elinde temel İslami ilimleri öğrenen Zahid Kevseri yine kendi beldesinde başka alimlerden sarf, nahiv, tarih, matematik ve Farsça öğrenmiştir. “Farsça’sı şiir yazabilecek kadar iyidir ve Arap diline dair yazdığı ilk eseri Farsça kaleme almıştır.[3] Kevseri 1893 yılında ilim tahsili için İstanbul’a geldi. Amcası Musa Kazım Kevseri, Alasonyalı Ali Zeynelabidin Efendi ve Eğinli İbrahim Hakkı Efendi gibi birçok hocada ders okudu. İstanbul’da on yıl süren medrese tahsilini 1904 yılında tamamlayıp 1906 yılında girdiği imtihanı kazanarak “dersiam” ünvanını elde etti. Yani yirmi yedi yaşında dersiam oldu. Ancak ömrünü ilme adadığı için asla durmadı. Hayatı boyunca bu yolda adım adım yürüdü. İlk olarak Fatih Camii’nde müderrislik yaptı. Bu sırada medreselerin ıslahı için kurulan komisyonda yer aldı. Kendisi gelenekçi ve dindar bir alim olduğu için İttihat ve Terakki fırkasının muhalefetiyle karşılaştı. Bu dönemlerde Darülfünun’da açılan fıkıh imtihanını kazandı ancak tayini yöneticiler tarafından engellendi ve Kastamonu’da yeni açılan bir medresede vazifelendirildi. Üç yıl sonra İstanbul’a dönüp Şeyhülislam vekilliği makamına kadar yükselmiş olsa da yöneticilerle anlaşamadığından görevine son verildi. Kevseri hayatı boyunca din alanında modernlik ve reform hareketlerine karşı çıktı. Bundan dolayı İttihat ve Terakki mensubu idarecilerle hiçbir zaman iyi geçinemedi. İstanbul’da hakkında tutuklama kararı çıkarıldığı haberi alması üzerine ilmi çalışmalarına baskılar altında devam edemeyeceğini anlayarak Mısır’a hicret etti. Başka milletten olan bir alimin “Uzun asırlardan sonra kendi insanları için Allah’ın bir lütfuydu…”[4] dediği bir alim geçmişe ve doğuya sövüp batının ve modern İslam anlayışının propagandasını yapmadığı için[5] vatanından ayrılmak zorunda kalmıştır.

2. Mısır Dönemi

Bir dönem Şam tarafında bulunduysa da kendisine uygun çevre bulamadığı için Mısır’a döndü ve Ezher’de okuyan talebelerin kaldığı bir tekkede ikamet etmeye başladı. Burada ilmi çalışmalarına devam edip öğrenim hayatını sürdürdü. “Kahire’de Muhammed b. Cafer el-Kettani ve Ahmed Rafi et-Tahtavi gibi alimlerden icazet aldı.[6] Daha sonra Mısır’daki evini bir medrese gibi kullanmaya başladı. Birçok talebeye ders verdi ve hoca yetiştirdi. Ali Ulvi Kurucu, Mehmed İhsan Efendi ve meşhur Abdülfettah Ebu Gudde Kevseri’nin talebelerinden bazılarıdır. Ancak Kevseri’nin dinde reform iddia edenlere karşı duruşu Mısır’da da idareciler tarafından hoş karşılanmamış hatta kendisi hakkında sınır dışı edilme girişimlerinde bulunulmuştur. Ancak ilmi çevreler tarafından kendisine sahip çıkılmış ve böylece bu durumdan kurtulmuştur. “1950 yılında Türkiye’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle tekrar Türkiye’ye dönme ümidi taşıdığı ve bunun için fırsat kolladığı bir gözettiği bir zamanda çeşitli hastalıklarla mücadele etti ve hastalıklardan kurtulamayarak vatan hasretiyle 11 Ağustos 1952 tarihinde Kahire’de vefat etti.[7] Allah rahmet eylesin.

3. Görüşleri

Zahid Kevseri genel olarak her alanda geleneksel anlayışı benimsemiş, Hanefi – Maturidi çizgisinde ehli tasavvuf bir alimdir. Kendisinde bariz olarak görünen ve Kevseri’yi Kevseri yapan bazı görüşlerine değinmekte fayda görüyorum.

a. Fıkıh

Zahid Kevseri sert bir Hanefi’dir. Kendi tabiriyle hem Haniftir, hem Hanefidir.[8] İmam-ı Azam’a olan büyük sevgisi ve bağlılığı sebebiyle “Mecnun-u Ebi Hanife” olarak zemmedilmiştir.[9] Ancak hasımlarının bu zemmi bizim tarafımızdan Kevseri’ye çok yakışan bir methiyedir. Zira O’nun selef-i salihine ne kadar bağlı olduğunu çok güzel anlatan bir lakaptır bu. Yine bazı hasımları O’nun için “İmam Tahavi’den sonra İmam-ı Azam’a bu derece düşkün olan başka alim yoktur.”[10] demiştir.

Hanefi mezhebine bu derece bağlı olan Kevseri’ni mezhebe bağlılığın şart olduğudur. Bu bağlamda “Mezhepsizlik, dinsizliğin köprüsüdür.” gibi iddalı bir sözü de nakledilmektedir. Yine aynı şekilde mezheplerle alakalı olarak İslam’a aykırı saydığı yenilik düşüncelerine, mezheplerin birleştirilmesi (telfik) fikrine son derece karşıdır.[11]

b. Kelam

“Maturidiyye’ye mensup olan Kevseri, Ehl-i Sünnet kelamcılarının görüşlerine eleştirel bakış yapılmasına muhalefet etmiş ve kendi görüşlerini katı bir üslupla savunmuştur. Kevseri’nin kelam konusundaki temel görüşleri şöyledir: Ehl-i Sünnet’e dahil Maturidiyye ve Eşariyye büyük çoğunlukla ortak görüşleri benimsemiştir, aralarındaki farklılıklar çok azdır; bu sebeple bu mezhepleri birbirine yaklaştırmaya çalışmanın bir anlamı yoktur; mezhepsizlik ise dinsizliğe götüren bir yoldur. Dinin emirlerini yerine getirebilmek için bir mezhebe bağlanmak zorunludur. Selefiyye ise[12] (Haşviyye) Selef mezhebine intisap iddiasında bulunan ve kelam ilmine vakıf olmayan ehl-i hadis zümresinin mezhebidir. Bu mezhep teşbih ve tecsime götüren inançlar içerdiğinden ehl-i sünnete dahil değildir.”[13]

“İbn-i Teymiyye’nin ilahi kelamı kadim, harf ve seslerden oluşan kelamı ise hâdis ve zatıyla kaim kabul etmesi hâdislerin Allah’ın zatına nispet edilmesi manasına gelir ki bu imkansızdır. Allah’ın dünya göğüne nüzülü bir melek gönderip insanları dua etmeye çağırması veya dua ve istiğfarı kabul etmesi demektir. Naslarda Allah’a izafe edilen ve O’na hareket, mekan, cihet, yaratılmış varlıklara ait nitelikler nispet eden lafızları mutlaka te’vil etmek gerekir. Bunları te’vil etmeyenler müşrik sayılır. Bu sebeple İbn-i Huzeyme’nin Kitabü’t Tevhid’i bir şirk kitabıdır. Ahmed b. Hanbel Selefiyye’nin iddia ettiği gibi teşbih ve tecsimi benimsememiş, aksine haberi sıfatlara dair bazı nasları Selef’in yaptığı gibi icmali bir te’vile tabi tutmuştur.”[14]

4. Eserleri

Allame Zahid Kevseri’nin kendi yazmış olduğu kitapların sayısı elliyi aşmaktadır. Tahkik edip yayına hazırladığı eserlerle birlikte bu rakam yüzü bulmaktadır.[15] Biz burada birkaç tanesini zikretmekle iktifa edeceğiz. Diğer eserlerini Arif Çoşkun kaynak olarak kullandığım kitabında baskıları ile birlikte güzel bir şekilde derlemiştir.

  1. Mevkifu’l Beşer Tahte Sultani’l Kader: İnsanın fiillerinin cebir altında gerçekleştiği görüşünü eleştirmiştir.
  2. Nazra ‘abire fi mezaimi men yünkiru nüzüle İsa aleyhi’s selam kable’l ahire: İsa’nın (aleyhisselam) öldüğü ve kıyametten önce dünyaya inmeyeceğini iddia edenlere reddiye olarak yazılmıştır.
  3. Makalatu’l Kevseri: Talebeleri tarafından makalelerinin toplanılmasıyla oluşturulmuştur.
  4. İrgamü’l merid fi şerhi’n-nazmi’l-atid li-tevessüli’l-mürid: Tasavvufa dair görüşlerini ve bazı sufiler ile kendi biyografisini içerir.
  5. Te’nibü’l Hatib: Hatib Bağdadi’nin Ebu Hanife hakkında ileri sürdüğü asılsız iddiaları reddetmek için kaleme alınmıştır.

[1]Arif Çoşkun, Zahidü’l Kevseri, Işık Yay. 2013, Syf. 36

[2] Yusuf Şevki Yavuz, “Zahid Kevseri” Maddesi, D.İ.A.

[3] Arif Coşkun, Zahidü’l Kevseri, Işık Yay. 2013, Syf. 36

[4] Arif Coşkun, a.g.e., Syf. 17

[5] Kevseri’nin makalelerini okuduğumuzda O’nun modern İslam olarak karşı çıktığı akımın akla uymayan rivayetleri yok sayan, dini geri kalma sebebi olarak gören anlayış olduğunu görüyoruz. Yoksa zamanların değişmesi elbette bazı olayların ve hükümlerin değişmesini gerektirmiştir. Bu İslam’ın yaşanılabilir bir din olmasının sonucudur. M.Ş.

[6] Yusuf Şevki Yavuz, a.y.

[7] Yusuf Şevki Yavuz, a.y.

[8] Arif Coşkun, a.g.e. syf. 17

[9] Ahmed Sadık el-Ğumari, Beyan-i Telbisi’l Müfteri, Daru’s Somaie 1996, syf. 179

[10]Ahmed Sadık el-Ğumari, a.g.e. syf. 17

[11]Yusuf Şevki Yavuz, a.y.

[12] İbn-i Teymiye ve tabilerinin bağlı bulunduklarını iddia ettikleri ve “Selefiyye” dedikleri mezhebi kastediyor. M. Ş.

[13] Yusuf Şevki Yavuz, a.y.

[14] Yusuf Şevki Yavuz, a.y.

[15] Arif Çoşkun, a.g.e. syf. 75 – 80

Hakkında Mustafa Şekerci

Mustafa Şekerci, 1992 yılında İnebolu’da dünyaya geldi. Eğitim hayatına başlamadan ailesiyle birlikte İstanbul’a taşındı. Lisenin son yıllarında Mahmut Ustaosmanoğlu Efendi Hazretleri (kuddise sirruhu) ile tanıştı ve ona intisap etti. Marmara Üniversitesi Matematik bölümünde kısa süre bulunduktan sonra üniversiteyi bırakıp medrese tahsiline başladı. Beş yıllık temel İslamî eğitimin ardından tekâmül medresesinde eğitim gördü ve icazet aldı. Bu süre içerisinde İstanbul Üniversitesi İlahiyat bölümünü bitirdi. Tekâmül eğitiminden sonra İsmailağa Dergisi bünyesinde editörlük ve yayın kurulu üyeliği vazifeleri yaptı. 2018 yılında kurulan Alem-i İslam İlim ve Hizmet Derneği‘nin kuruluşunda, kurucu başkan olarak yer aldı. Halen dernek başkanı olan Mustafa Şekerci, Alem-i İslam Derneği bünyesinde faaliyet gösteren Türkiye’nin ilk ve tek hadis hafızlığı medresesinde müderrislik yapmaktadır. Bunun yanında 2020 yılında, Dini Soruların Cevap Kapısı sloganıyla kurulan Meşihat sitesinin genel yayın yönetmenliğini yapan Mustafa Şekerci‘nin ilmî ve fıkhî yazıları Meşihat sitesinde yayınlanmaktadır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir