Bir görüşü ya da bir mezhebi ikrar veya inkar etmenin en önemli şartı, o görüşe ve ondan ne kastedildiğine tam vâkıf olmaktır. Tam vâkıf olmadığı bir meselede müspet ya da menfî konuşan kişi, İmam Gazâlî’nin ifadesi ile karanlığa taş atmıştır. Şefâati inkar eden de, şefâate tam manasıyla vâkıf olmadığından ya da yanlış şekilde vâkıf olduğundan inkar etmiş olabilir. Bu sebeple şefâatin mahiyetinden ve şartlarından bahsetmek faydalı olacaktır.
Şefâat, mahiyeti itibarıyla tek yönlü bir kavram olmadığından, itibarlar hasebince değişiklik arzeder. Mesela meşfû‘un leh’e (şefaat edilen kişiye) itibarla tövbe, istiğfar, dua ve tevessül, şefî‘e (şefaat eden kişiye) itibarla vesile olmak ve aracılık yapmak, meşfû‘un ileyh’e (aracılık yapılan kişiye) itibarla ise af ve mağfirettir. Dolayısıyla bu kavramları ve şefâatin bu kavramlarla olan ilişkisine değinelim.
Şefâatin Taalluk Ettiği Kavramlar
Tövbe Ve İstiğfar
Lügatta dönmek manasına gelen tövbe kelimesi,[1] ıstılahta günah işlemiş olan kişinin günahından dönüp, o günahın affı için Allah’a ﷻ dua etmesidir. Tövbe kelimesi على harf-i cerri ile kullanıldığında, tövbeyi kabul edip affetmek manasına gelir.[2] Bu manada Tevvâb kelimesi, Allah’ın ﷻ isimlerindendir. Bir daha işlememek üzere günahtan tövbe edilirse buna Nasûh Tövbesi denir. Kur’ân-ı Kerîm’de bir çok yerde tövbe, özellikle de Nasûh Tövbesi emredilmiştir.[3]
İstiğfar kelimesi ise lügatta örtmek ve gizlemek gibi manalara gelen[4]“ğafr” kökünden türemiş olup, bir kimseden bir şeyi gizlemesini istemek manasındadır. Istılahta ise günah işlemiş olan kişinin günahlarının örtülüp affedilmesi için Allah’a ﷻ dua etmesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de istiğfâr bir çok yerde emrolunmuştur.[5]Birbirlerine yakın manalara gelen tövbe ve istiğfar, Allah ﷻ tarafından, nefsinin hevâsına kapılıp günahlara düşen kişilere bahşedilen bir çıkış yoludur.
Şefâatin tövbe ve istiğfar kavramlarıyla alakası şöyledir ki, peygamberlerden veya salih müminlerden şefâat talep eden kişi, aslında onlar aracılığıyla Allah’a ﷻ tövbe ve istiğfar etmiştir. Peygamberleri ya da salih müminleri şefâatçi kılmayıp, hiçbir şekilde tövbe ve istiğfarda bulunmayan kişiye yapılan şefâatte ise, istiğfar eden kişi şefî‘ olacaktır. Bu itibarla şefâat, – ister şefî‘e ait olsun, ister meşfû‘un leh’e ait olsun – bir nevi tövbe ve istiğfardır. Dolayısıyla şefî‘ kim olursa olsun her hâlükarda tövbe ve istiğfar edilen Allah’tır ﷻ.
Mağfiret
Mağfiret kelimesi lügatta bir şeyi gizlemek manasına gelirken, ıstılahta Allah’ın ﷻ günah işlemiş olan bir kulunu – tövbe etsin veya etmesin- affetmesidir. Nasûh Tövbesi edildiğinde ve samimî istiğfar yapıldığında affedeceğini vadeden Allah ﷻ, şirke düşmedikçe dilediğini tövbesiz de affedebileceğini ifade etmiştir.[6]
Bakıldığında mağfiretin, tövbe ve istiğfarın kabul görmesi sonucu vaki’ olabildiği gibi, tövbe ve istiğfar olmaksızın iman sahibi olan herkes için meydana gelebileceği de görülmektedir. Dolayısıyla mağfiret, zikrettiğimiz itibarla bir nevi tövbe ve istiğfar olan şefâatin kabul görmesiyle vaki’ olabildiği gibi, şefâat olmaksızın da vaki’ olabilir. Bu da şefâatin aklen caiz olduğunun en açık delilidir.
Şefâat, zikrettiğimiz itibarla bir nevi istiğfar olduğundan mağfiret ile olan alakası, mağfiretin istiğfar ile olan alakası gibidir. Yani şefî‘ meşfû’un leh’e şefâat eder ve şefâati kabul görürse Allah’ın ﷻ mağfireti tahakkuk eder.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: “Şefâat mi öncedir, yoksa mağfiret mi?” Yani peygamber şefâat ettiği için mi Allah ﷻ meşfû‘un leh’i affeder, yoksa Allah ﷻ zaten affetmiştir de peygamberi teşrif için aracı mı kılmıştır?
Bu sorunun cevabı da aslında şu soruya dayanmaktadır: “Allah ﷻ istiğfar eden kişiyi istiğfar ettiği için mi affeder, yoksa zaten affetmiştir de kul sonra mı istiğfar etmiştir?”
Şüphesiz ki bu ikinci sorunun cevabı, “istiğfar ettiği için affeder” olacaktır. Yani istiğfar-mağfiret ilişkisinde istiğfar mağfiretten öncedir ve onun sebebidir. Şefâat bir nevi istiğfar olduğundan şefâat-mağfiret ilişkisinde de şefâat öncedir. Dolayısıyla ilk sorunun cevabı, “Şefâat öncedir, peygamber şefâat ettiği için Allah ﷻ meşfû‘un leh’i affeder” olacaktır.
Hulâsa olarak şefâatin mağfiretle olan alakası iki şekildedir:
- Şefâat, mağfiretin sebebidir.[7]
- Şefâat mağfiretten öncedir.
Bunların sebebi ise, şefâatin zikrettiğimiz yönüyle tövbe ve istiğfar oluşudur.
Tevessül
Tevessül kelimesi lügatta, “kendisiyle bir başkasına yaklaşılabilen” manasına gelen vesîle kökünden türemiş olup, bir kimseyi bir işte aracı edinmek manasındadır. Tevsîl ve tevessül kelimeleri aynı manadadır. [8]Bir başkasını aracı kılan kişiye mütevessil/müvessil, aracı olan kişiye vesîle veya mütevessel’ün bih, mütevessilin vesile aracılığıyla ulaşmak ya da yakınlaşmak istediği kişiye ise mütevessel’ün ileyh denir.
Şefâatin tevessül ile olan alakası şöyledir ki; sebepler aleminde yaşayan insanoğlu, birçok şeyde sebepler ve vesilelerden ayrılamadığı gibi, günahlarının affı için tövbe ve istiğfar etmekte de Allah’ın ﷻ razı olduğu kimselerle tevessül edip onları Allah ﷻ ile kendisi arasında aracı edinmeye muhtaçtır. Dolayısıyla şefâat ve tevessül iç içe girmiş kavramlardır. Her tevessül eden şefâat talep etmemiştir ancak şefâat talep eden herkes tevessül etmiştir. Çünkü şefâat talep eden kişi Allah’a ﷻ istiğfar ederken, şefî‘ ile ve onun Allah ﷻ katındaki mertebesi ile tevessül etmiştir. Dolayısıyla şefâat bir itibarla istiğfar, bir itibarla mağfiret, bir itibarla da tevessüldür. Şefâati oluşturan bu kavramların hepsinin Kur’ân ve Sünnetle sabit olması da, şefâatin aklen caiz olduğuna kuvvetli bir delildir.
Şefâatin Şartları
Kur’ân-ı Kerîm’deki şefâat âyetlerine bakıldığında şefâat için, hem şefî‘ hem de meşfû’un leh’de geçerli başlıca dört şart koşulduğu görülür:
İzin
Her Müslüman ikrar etmelidir ki Allah’ın ﷻ mülkünde onun izni ve iradesi olmadan hiçbir şey meydana gelemez. Allah’ın ﷻ kullarına karşı olan merhametinin eserlerinden biri olan şefâatin vaki’ olması için de şüphesiz Allah’ın ﷻ buna izin vermesi şarttır. Bu tüm İslam fırkalarınca müsellemdir. Ancak ihtilaf, Allah’ın ﷻ şefâat konusunda kime izin vereceğindedir. Burada şuna da değinmek gerekir ki, günümüzde şefâat inkarcısı olan bazı insanlar, Ehl-i Sünnetin inancındaki şefâati yanlış anlamaları sebebiyle kabul etmemektedirler. Ya da taassupları sebebiyle Ehl-i Sünnetin ispat ettiği şefâati, Allah’ın ﷻ hükmü üstüne hüküm veren ve onun izni dışında vaki’ olan bir şefâatmiş gibi yansıtarak onu inkar etmektedirler. Bu, şüphesiz fırka-i nâciye olan Ehl-i Sünnete atılmış bir iftiradır.
Rıza
Kur’ân-ı Kerîm’de bazı âyetler, şefâatin sadece Allah’ın ﷻ razı olduğu kimseler için geçerli olduğunu ifade eder. Bunu iki şekilde anlamak mümkündür.
- Allah’ın ﷻ razı olmasından maksat, o kişiye şefâat edilmesine razı olmasıdır. Nitekim âyetleri bu şekilde tefsir eden müfessirler vardır. Şefâatin şartı olan “rıza”yı bu şekilde anladığımızda birinci şart olan izinden bir farkı kalmayacaktır.
- Allah’ın ﷻ razı olmasından maksat, meşfû’un leh’in zatından razı olmasıdır. Allah’ın ﷻ bütün müminlerden imanı hasebiyle razı olduğu, dolayısıyla tüm müminlerde bu şartın tahakkuk ettiği açıktır.
Allah Katında Ahd Edinmek
Şefâatin şartlarından biri olan ahd edinmek de, İbn Abbas ve çoğu müfessirlerin tefsirine göre iman sahibi olmak ve kelime-i şehadeti ikrar etmek olduğundan, bu şart da müminlerde tahakkuk etmiştir.
Bilerek Hakka Şahitlik Yapmak
Müfessirlerin ittifakı ile bu şart da, iman ve tevhid sahibi olmaktan ibarettir.
Şüphesiz ki bu şartların hepsi, hem şefî‘de hem meşfû‘un leh’de geçerlidir. Allah’ın ﷻ izin vermediği kişilerin şefâat edemeyeceği ya da olunamayacağı ve Allah’ın ﷻ iman sahibi olmayanlara şefâat konusunda izin vermeyeceği bedîhîdir.
[1] Ebû Mansûr el-Ezherî, Mu’cemu Tehzîbi’l-Lüğa’, Dâru’l-Ma’rife, Thk. Riyâd Zekî Kâsım, Beyrut 2001, Baskı: 1, I/416
[2] ez-Zebîdî, Tâcu’l-Urûs min Cevâhiri’l-Kâmûs, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Thk. Abdulmun’im Halil İbrahim, Kerîm Seyyid Muhammed Mahmud, Beyrut 2012, Baskı: 2, I/48
[3] Nur, 31, Tahrim, 8
[4] ez-Zebîdî, a.g.e, VII/137
[5] Nuh, 10, Nisa, 106, Fussilet, 6
[6] Nisa, 116
[7] Burada şefâatin mağfirete sebep olmasından maksat îcabî değildir. Yani bir kimsenin tövbesi onun affedilmesine sebeptir, ancak bu tövbesinin kabul görmesi sonucundadır. Yoksa Allah ﷻ tövbe edenin tövbesini ve şefâat edenin şefâati kabul etmek zorunda değildir.
[8] Ebû Bekr er-Râzî, Muhtâru’s-Sıhâh, Dâru’l-Feyhâ’, Thk. Dr. Eymen Abdurrezzak, Dimeşk 2010, Baskı: 1, s. 483
[9] Maide, 35
[10] İbn Abdilberr, el-İstîâb fî Ma’rifeti’l-Ashâb, Dâru’l-Cîl, Thk. Ali Muhammed el-Becâvî, Beyrut 1992, Baskı: 1, II/814
[11] Ahmed b. Hanbel, Müsned, No: 17240, Tirmizî, Sünen, No: 3578, el-Hâkim, el-Müstedrek, No: 1180, Hâkim bu hadisi naklettikten sonra şunları ekler: Bu hadis, Şeyheynin şartına göre sahihtir ancak tahriç etmemişlerdir.
[12] Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, No: 871, Ebû Nuaym el-İsfehânî, Hilyetü’l-Evliyâ’, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Mısır 1974, III/121
[13] Ahmed b. Hanbel, Müsned, No: 11156, İbn Mâce, Sünen, No: 778, et-Taberânî, ed-Duâ’, No: 421, İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, No: 29202
[14] Buhârî, Sahîh, No: 3883, Müslim, Sahîh, No: 357,
[15] Müslim, Sahîh, No: 362
[16] Kurtubî, et-Tezkira bi Ahvâli’l-Mevtâ ve Umûri’l-Âhira, Mektebetü Dâri’l-Minhâc, Thk. Dr. Sâdık b Muhammed b. İbrahim, Riyad 2004, Baskı: 1, s. 608