Mu’tezile, şefaatin sadece tövbe etmiş cennetlik müminlere ait olduğunu ve büyük günah işleyen Müslümanlar için sabit olmadığı görüşünü savunmaktadır. Onların şefaati inkâr hususundaki bazı şüpheleri ve cevaplarını zikredelim:
1. “Öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse bir başkası adına bir şey ödeyemez. Hiçbir kimseden herhangi bir şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz. Onlara yardım da edilmez.”[1]
2. “Ey iman edenler! Hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin olmadığı kıyamet günü gelmeden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın. İnkâr edenler ise zalimlerin ta kendileridir.”[2]
Bu iki ayette de şefaat kelimeleri nefyin siyakında nekre olarak geldiğinden umum ifade eder. Dolayısıyla iki ayette de kıyamet günü hiçbir şefaatin olmadığı ifade edilmiştir.
Cevap: Evet, bu iki ayet şefaati mutlak nefyetmiştir ancak geride zikrettiğimiz, tevili ve itirazı mümkün olmayan sahih hadisler ve diğer şefaat ayetleri ile bu ayeti kafirlere tahsis etmek gereklidir. Nitekim şu iki ayet arasında da bu geçerlidir:
a. “Bu, konuşamayacakları gündür.”[3]
b. “(O gün) birbirlerine yönelip sorarlar.”[4]
Görüldüğü gibi birinci ayette kıyamet gününde mutlak olarak konuşamayacakları ifade edilirken ikincisinde konuştukları ifade edildiğine göre iki ayet arasını cem’ etmek için birincisini tahsis etmek gereklidir.
Aynı şekilde bu ayetlerde de şefaat mutlak olarak nefyedilse de şefaatin delili olan diğer ayet ve hadislerle bu ayetler kafirlere tahsis edilir ve Mu’tezile’ye delil olmaktan çıkar. Kaldı ki Mu’tezile’ye, “Bu ayetler umum ifade ettiğinden sizin de kabul ettiğiniz, tövbe etmiş olan cennetlik müminler için olan şefaati de nefyetmiştir.” şeklinde itiraz edildiğinde, bu ayetleri aklî bir delille, tövbe eden müminlere tahsis ederler. Aklî bir delille tahsis edilebilen bu ayet, diğer ayet ve sahih hadislerle evlâ yolla tahsis edilir. Ayrıca İmam Mâturîdî bu ayetlerin “şefaat edilse bile kabul edilmez” anlamında olabileceğini söylemiştir.[5] Ayetin, şefaate mazhar olmayacakları herkesçe müsellem olan Yahudîlere hitaben inmiş olması da ayrı bir husustur. Netice olarak şefaati mutlak olarak nefyeden ayetler kafirlere tahsis edilir ve Mu’tezile’nin şefaati inkâr için etmesine delil teşkil etmez.
3. “Zalimlerin ne sıcak bir dostu, ne de sözü dinlenir bir şefaatçisi vardır.”[6]
4. “Zalimlerin yardımcıları yoktur.”[7]
Bu ayetlerde zalimlerin şefaatçileri ve yardımcıları olmadığı ifade edilmiştir. Zulüm büyük günah olduğuna göre ayetler, şefaatin büyük günah işleyenler için sabit olmadığını göstermiştir.
Cevap: Kur’an-ı Kerîm’de zalim kelimesi mutlak zikredildiği zamanda kafirler kastedilir.[8] Nitekim şu ayetlerde zulüm zikredilip küfür kastedilmiştir:
a. “Muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür.”[9]
b. “Kafirler ise, zalimlerin ta kendileridir.”[10]
c. “Fakat zalimler, Allah’ın ayetlerini inadına inkar ediyorlar.”[11]
Dolayısıyla ayetteki zalimlerden kasıt kafirlerdir ve onlar için şefaat sabit olmadığı ittifaklıdır. Ayetteki zalimlerden maksat, büyük günah işlemiş müminler olduğu kabul edilse bile yine Mu’tezile için delil olmaz. Çünkü her iki ayet de Mûcebe-i Külliyye olan, “Zalimlerin şefaatçileri ve yardımcıları vardır” kazıyyelerinin nakîzidir. Mantık ilminde sabit olmuştur ki Mucebe-i Külliyye olan kazıyyelerin nakîzi, Sâlibe-i Cüz’iyyedir. Sâlibe-i Cüz’iyyenin sadık olması için ise, bir kere vaki olması yeterlidir. Bütün büyük günah işleyenlere şefaat olmayacağı herkesçe müsellemdir. Dolayısıyla ayet, şefaati büyük günah işleyenlerin tamamından değil, bir kısmından nefyetmiştir.
5. “Şüphesiz günahkârlar da cehennemdedirler. Hesap ve ceza günü oraya gireceklerdir. Onlar oradan kaybolup kurtulacak değillerdir.”[12]
Ayette açıkça fâcirlerin (günahkârlar) cehennemden çıkamayacağı ifade edilmiştir. Sizin bahsettiğiniz şefaat ise cehennemden çıkmaya vesile olan şefaattir. Dolayısıyla ayet, günahkârlar için şefaat olmadığına delil olur.
Cevap: Buna iki şekilde cevap verilir:
a. Fâcirlerden maksat kafirlerdir. Çünkü Füccâr kelimesi, fâcirliğinde kâmil olan kişilere kullanılır. Bu ise kafirdir. Nitekim şu ayet-i kerîmede kafirler ve fâcirler beraber zikredilmiştir:
“İşte onlar kafirler ve fâcirlerdir.”[13] Nitekim birçok müfessir de ayetteki fâcirleri kafirler diye tefsir etmiştir.[14] Kaldı ki ayet, cennette ebedi kalacak olan müminleri anlatan ayetin mukabilinde varit olmuştur. Bu ise ayetteki fâcirlerden muradın, kafirler olmasını destekler. Kafirlerin cehennemden çıkamayacağı ise ittifaklıdır.
b. Ayetteki fâcirler, mümin-kafir herkese şamil olduğu kabul edilse bile, bu durumda üç şekilde cevap verilir:
I. Geride zikrettiğimiz delillere dayanarak ayet, sadece kafir olan fâcirlere tahsis edilir.
II. Ayetteki cehennemden çıkamamaktan maksat, Allah’ın ﷻ izni olmadan çıkıştır. Yoksa Allah’ın ﷻ affetmesi ya da izin verdiği kişinin şefaat etmesi sebebiyle çıkmasında bir mahzur yoktur.
III. “Fâcirler, cehennemden çıkamayacaklardır” kazıyyesi, Mûcebe-i Külliyye olan, “Fâcirler, cehennemden çıkacaklardır” kazıyyesinin nakîzidir. Geride zikrettiğimiz gibi, Mûcebe-i Külliyye olan kazıyyelerin nakîzi, Sâlibe-i Cüz’iyye olur. Dolayısıyla fâcirlerin cehennemden çıkamayacağını ifade eden ayet, Sâlibe-i Cüz’iyyedir. Sâlibe-i Cüz’iyyenin sadık olması için ise bazı fertlerde vuku’ bulması yeterlidir. Kafir olan fâcirlerin cehennemden çıkamamasıyla ayetin mefhumu tahakkuk etmiştir. Dolayısıyla şefaat sebebiyle bazı mümin facirlerin cehennemden çıkartılması, ayete zıt değildir.
6. “Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez.”[15]
Ayette kimsenin başkasının yükünü yüklenemeyeceği ifade edilmiştir. Şefaat ise meşfû‘un leh’in (kendisine şefaat edilen kimse) günahını yüklenmektir. Dolayısıyla ayet şefaati nefyetmiştir.
Cevap: Ayetteki, başkasının günahını yüklenmek, günahı yüklenip, günahkârın yerine azabını çekmektir. Bunun mümkün olmadığı müsellemdir. Şefaat ise böyle değildir. Dolayısıyla ayet şefaati nefyetmez.
7. “Cehennemlikleri sen mi kurtaracaksın?”[16]
Ayette istifhâm-ı inkârî ile, Peygamberimiz’in ﷺ cehennemlikleri kurtaramayacağı ifade edilmiştir. Bu ise şefaate zıttır.
Cevap: Ayetin sibâkında, hakkında azap kelimesinin hak olduğu kimselerden bahsedilmektedir. Hakkında azap kelimesinin hak olması ise, Katâde (rahimehullah)[17] ve birçok müfessir tarafından, küfür diye tefsir edilmiştir. Sibâkında kafirlerden bahsedilen bu ayetteki cehennemliklerden maksadın, kafirler olması uzak değildir. Ayetteki مَنْ kelimesinin umumuna bakarak, ayetteki cehennemliklerin fasık müminlere de şamil olduğu kabul edilse bile, bu durumda ayette nefyedilen şey Peygamberimiz’in ﷺ kurtarmasıdır. Şefaat ise en nihayetinde Peygamberimiz’in ﷺ şefaati ile Allah’ın ﷻ kurtarmasıdır. Şefaati peygamberin kurtarması olarak ele alsak bile, bu kurtarmadan maksat, Allah’ın ﷻ izni olmaksızın kurtarmaktır. Allah’ın ﷻ izni ve affı ile fasık müminin cehennemden kurtulmasında ise bir mahzur yoktur. Her halükarda ayet, şefaatin nefyine değil, kafirlerin azabının ebedî olduğuna veya Allah’ın ﷻ izni olmadan kimsenin cehennemden çıkamayacağına delalet eder.
8. Hasan Basrî’den (rahimehullah) rivayet edildiğine göre Rasulullah ﷺ şöyle buyurmuştur; “Ümmetimden büyük günah sahipleri, benim şefaatime nâil olamayacaklardır.”
Cevap: Bu hadis hiçbir şekilde sahih ve sabit değildir. Büyük günah sahibini mümin saymayan Mu’tezile’nin, büyük günah sahiplerini ümmetten sayan bu hadis-i şerîf ile istidlal etmesi ve zikrettiğimiz onca sahih hadisleri kolayca reddedip, hiçbir kaynakta mevcut olmayan bu hadisle istidlal etmesi de câlib-i dikkattir.
9. Ümmet, şefaat ehlinden olmak için Allah’a ﷻ dua etmenin gerekliliği üzerine ittifak etmiştir. Şefaat, dünyadan fasık olarak çıkanlar için sabit olursa, bu dua, zımnında dünyadan fasık olarak çıkmayı istemeyi de barındırır. Bunun batıl olduğu ise bedihîdir.
Cevap: Bu duada talep edilen şefaat, sizin de kabul ettiğiniz, tövbe etmiş müminlerin derecelerinin artmasına vesile olan şefaat kabilindendir. Ya da bu duayı eden kişi, ilerde büyük günah işleyip bu hal üzere ölme ihtimaline binaen bu duayı etmiştir.
10. Sizin şefaat inancınıza göre, yerine getirmesiyle şefaat ehlinden olmayı hak edeceği bir ameli yapacağına dair yemin eden kişiye, büyük günah işlemesi emrolunur. Bu ise Kur’an ve sünnete zıttır.
Cevap: Bilakis bu kişiye Allah’a ﷻ itaat etmesi emrolunur ki, derecelerin artmasına vesile olan şefaate nail olsun. Ayrıca şefaat amel etmekle hak edilen bir şey olmayıp, Allah’ın ﷻ dilediğine ihsan ettiği af çeşitlerinden biridir.
11. Cennete girenler Allah’ın ﷻ dostları, cehenneme girenler ise düşmanlarıdır. Cehennemden çıkarılıp cennete girmeye vesile olan şefaat ise Allah’ın ﷻ düşmanını, dostu yapmaktır. Bu ise batıldır.
Cevap: Kur’an-ı Kerîm’in ifadesi ile bütün müminler Allah’ın ﷻ dostlarıdırlar.[18] Büyük günah işleyenlerin mümin olduğunu geride ispat ettiğimize göre cehennemdekilerin cennete girmesine vesile olan şefaatte Allah’ın ﷻ düşmanını, dostu yapmak söz konusu değildir.
12. Sizin şefaat inancınız, insanları büyük günaha karşı cüretlendirdiği gibi, onları korkmaları gereken bu duruma karşı ümitvar kılmaktadır. Bunların batıl olduğu ise Kur’an ve Sünnet ile sabittir.
Cevap: Kur’an-ı Kerîmde birçok ayet, cehennem ve azaptan bahsederek insanları korkutup ona göre amel etmeye sevk ederken, birçok ayet de Allah’ın ﷻ rahmetinden ümit kesmemeyi emretmiştir.[19] Bu da müminlerin havf ve recâ (korku ve ümit) arasında dengeli olmaları gerektiğini göstermektedir. Nitekim birçok kelam kitabında azaptan emin olmanın ve nimetten tamamen ümidi kesmenin küfür olduğu belirtilmiştir. Allah’ın ﷻ son derece rahmet sahibi olduğunu ve dilediği kişinin dilediği günahını dilediği şekilde affedebileceğini ifade eden ayetler,[20] nasıl insanı günah işlemeye sevk etmiyorsa, Allah’ın ﷻ rahmetinin eserlerinden biri olan şefaat de sevk etmez. Bütün büyük günah sahipleri şefaate mazhar olamayacağına göre bir insanın şefaate güvenip günah işlemesi, kendisindeki bir sorundan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bu itiraz, kuru bir mugalatadan (safsata) öteye geçemez.
[1] Bakara, 48.
[2] Bakara, 254.
[3] Mürselat, 35.
[4] Saffat, 27.
[5] Ebû Mansûr el-Mâturîdî, a.g.e, I/122.
[6] Mümin, 18.
[7] Bakara, 270.
[8] Nûreddîn es-Sâbûnî, a.g.e, s. 344.
[9] Lokman, 13.
[10] Bakara, 253.
[11] En’am, 33.
[12] İnfitar, 14-15-16.
[13] Abese, 42.
[14] İbn Cerîr et-Taberî, a.g.e, XXIV/182; Ebu’l-Hasen el-Vâhidî, el-Vecîz fî Tefsîri’l-Kitâbi’l-Azîz, Dâru’l-Kalem, Thk. Safvan Adnan Dâvûdî, Beyrut 1994 Baskı: 1, s. 1181; Ebu’l-Berekât en-Nesefî, Medâriku’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl, Dâru’l-Kelimi’t-Tayyib, Thk. Yusuf Ali Bedîvî, Beyrut 1998, Baskı: 1, III/611; el-Mazharî, a.g.e, VII/363; Ebu’l-Leys es-Semerkandî, a.g.e, III/455; İbn Ebî Zemenîn, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîz, el-Fârûku’l-Hadîse, Thk. Ebû Abdullah Hüseyin, Muhammed b. Mustafa, Kahire 2002, Baskı: 1, V/104; İbn Atıyye el-Endelüsî, a.g.e, V/447.
[15] En’am, 164; İsra, 15; Fâtır, 18; Zümer, 7.
[16] Zümer, 19.
[17] İbn Cerîr et-Taberî, a.g.e, XX/186.
[18] Bakara, 257.
[19] Zümer, 53, Yusuf, 87.
[20] Nisa, 48, 116.