Bu yazıda, fırka-i naciye (kurtuluşa eren fırka) olarak vasıflanan ehl-i sünnetin temel ve bazı füru inanç meselelerindeki görüşleri incelenmektedir. 16 farklı konudaki ehl-i sünnet itikadı beyan edilecektir.
Maddelerle Ehl-i Sünnet İtikadı
Mihenk Taşlarımız
- Allah (celle celalühu)’nun Razı Olduğu Necip Topluluk
- Maddelerle Ehl-i Sünnet İtikadı
- 1. Allah (celle celalühu) zâtı ve sıfatlarıyla tektir.
- 2. Allah (celle celalühu), hiçbir şeye benzemez, yaratılmışlarla hiçbir benzerliği yoktur.
- 3. İslam’ın hükümleri hususunda Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) sözleri ayet-i kerimeler gibi delildir.
- 4. Kur’an-ı Kerim ve İslam ahkâmı tarihsel değil, evrenseldir.
- 5. Peygamberlerden sonra en hayırlı topluluk sahabe-i kiramdır. Onlar içerisinden de en hayırlıları hulefâ-i râşidîndir.
- 6. Sahabe-i Kiramın tamamını hayırla yâd ederiz.
- 7. Kader; iman esaslarından biridir!
- 8. Yaptığı günahı helal görmedikçe Müslüman günahından dolayı tekfir edilmez.
- 9. Şefaat haktır.
- 10. Peygamberler masumdur, günah işlemekten korunmuşlardır.
- 11. Peygamberler, velilerden üstündür.
- 12. Peygamberler Allah (celle celalühu)’nun bildirmesiyle gaybı bilebilirler.
- 13. Velilerin kerametleri haktır, inkâr edilemez.
- 14. İsa (aleyhisselam) kıyamete yakın yeryüzüne inecektir.
- 15. Mehdi (aleyhisselam) zuhur edecektir.
- 16. Zât ile tevessül caizdir ve meşrudur.
- İlk ve Son Sözümüz
- Kaynakça
Allah (celle celalühu)’nun Razı Olduğu Necip Topluluk
Gök kubbenin altında İslam güneşinin üzerlerine doğduğu bir topluluk yaşadı. Hz. Peygamber’in ağzından çıkan her söze: “İşittik ve itaat ettik!”[1] dediler, “Senin dinde hüküm koyma yetkin yoktur, bize ayet oku!” diyen kimse yoktu aralarında. Akılları alsın veya almasın, istediklerine uysun veya uymasın Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in her hükmüne razı oldular. Cennetle müjdelendikleri halde cehenneme düşmekten en çok onlar korktu.[2]
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şefaatini ve cennette Rablerini görmeyi umarak Allah (celle celalühu)’ya ibadet ettiler. Meydana gelen her şeyin Allah (celle celalühu)’nun takdiriyle yani kaderle olduğuna inandılar, bu konuda kafa karıştıracak soruları bidat gördüler ve kaderi sorgulayanları azarladılar.[3] Bazen birbirleri ile “hakkı ortaya çıkarmak” adına savaşmak zorunda kaldılar ama asla birbirleri hakkında kötü konuşmadılar. Birbirlerini daima hayırla yâd ettiler.[4]
İşte böyle oldukları için Allah (celle celalühu) onları “en hayırlı ümmet” olarak andı[5] ve onlardan razı oldu.[6] Her güzel şey gibi bu güzel insanlar da zamana yenik düştü. Bâki olan Allah (celle celalühu)’nun hükmü gereği sırayla rahmet-i rahmana kavuştular.
Tahrif Hareketleri
Zaman geçtikçe saf ve pak Müslümanların arasına art niyetli kimseler karışmaya başladı. Müslüman kanını helal gören bir fırka türedi ve Hz. Osman’ı şehit ettiler. Daha sonra hakem olayı sebebiyle kendilerine “Kur’an-ı Kerim’i referans alarak Hz. Ali (radıyallahu anh) gibi sahabîleri kâfirlikle suçladılar. Seneler gibi fitneler de birbirini izledi. Büyük günah işleyenlerin kâfir olacağı ve kader diye bir şeyin olmadığını ileri sürenler oldu. “Kişi Müslüman olduktan sonra işlediği günahların bir önemi yok” dedi bir başkaları. Yeryüzü, her geçen gün bir önceki günden daha derin inanç sapmalarına şahit oldu. Allah (celle celalühu)’nun sıfatlarını inkâr ettiler, Allah (celle celalühu) üzerine birtakım meselelerin vacip olacağını söylediler, kâsır akılların almadığı nasları te’vil ederek manalarını çarptırdılar, Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in güzide sahabesini kâfir olmakla itham ettiler[7] ve bazı kişileri Peygamber seviyesine çıkardılar.[8] Allah’ı mahlûkata benzettiler ve onun bir mekânda bulunduğuna inandılar.[9]
Velhasıl
Hz. Peygamber’in söylediklerini ve Allah’ın bizi kendileri gibi inanmaya çağırdığı sahabenin inançlarını bir kenara bıraktılar, hevâlarına uyup onlarca bidat görüş öne sürdüler. Ama bir topluluk sahabenin yolunu bırakmadı. Sahih İslam inancından taviz vermedi. Bu kadar sapık görüş sahibinden ayrılmak için de kendilerine “Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat” dediler. Aslında bu bir mezhep değildir. Tam olarak İslam’dır. Ancak tüm batıl fırkalar da kendilerine “Müslüman” dedikleri için sahabe-i kiramın yolunu takip edenler hadis-i şeriften[10] iktibasla kendilerini bu şekilde isimlendirdiler. Bugün bize düşen sahabe-i kiramın ve onların yolundan giden selefimizin İslam inancını doğru bir şekilde öğrenmek ve günümüzde İslam adına ortaya atılan iddiaları bu mihenk taşlarına göre değerlendirmektir. Bunun için mihenk taşlarımızı adımız kadar iyi bilmemiz gerekmektedir.
Maddelerle Ehl-i Sünnet İtikadı
Sahih İslam inancını, bidat fırkaların inançlarından ayırmak için ifade edilebilecek birçok husus vardır. Bu hususların temellerini şu başlıklar altında inceleyebiliriz:
1. Allah (celle celalühu) zâtı ve sıfatlarıyla tektir.[11]
Allah’ın zatı ve sıfatları insan aklı tarafından anlaşılabilecek şeyler değildir. Bu sebeple Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabını Allah’ın zatını düşünmekten sakındırmıştır.[12] Bize düşen Allah’ın ezeli ve ebedi olarak tek olduğuna ve naslarda ifade edilen sıfatlarının bulunduğuna inanmaktır. Mesela birçok ayet-i kerimede “Allah’ın gördüğü”[13] ifade edilmiştir.
Bu konuda ehl-i sünnet itikadı şudur: “Allah (celle celalühu) görür, görme sıfatı vardır. Bu görmenin insanların görmesi ile bir benzerliği yoktur.[14] Diğer sıfatları da bu şekildedir, biz bu sıfatların detaylarını bilemeyiz.[15]”
2. Allah (celle celalühu), hiçbir şeye benzemez, yaratılmışlarla hiçbir benzerliği yoktur.
Allah (celle celalühu)’nun zâtı ve sıfatlarının yaratılmışlarla hiçbir benzerliği yoktur. Dolayısıyla ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde geçen sıfatları, insanların sıfatları gibi anlamak ve insanların sıfatlarına benzetmek caiz değildir. Allah (celle celalühu) görür, insanlar da görür ancak insanların görmesinin Allah’ın görmesi ile bir benzerliği yoktur. Aynı şekilde naslarda geçen yed, vech, ulüv gibi sıfatları da insanların eli, yüzü ya da yüksekliği gibi anlamak caiz değildir. Zira bunlar cisim olmayı gerektirir. Yed sıfatına lügat manası olan “el” diye itikat eden kimse haşa Allah’ın bir organı olduğunu iddia etmiş olur. Aynı şekilde ulüv sıfatına “yükseklik” diye itikat eden kimse Allah’ın mekânsal bir yükseklikte bulunduğuna inanmış olur. Bunlar cisim olmayı gerektirir ve Allah (celle celalühu) cismin gerekliliği olan zaman, mekân ve parçalardan meydana gelme gibi kavramlardan münezzehtir.
Bu konuda ehl-i sünnet itikadı şudur: “Allah’ın naslarda geçen yed, vech, ulüv gibi sıfatları vardır. Biz bu sıfatların detaylarını bilmeyiz. Ancak bu sıfatların yaratılmışlar ile bir benzerliği yoktur![16]”
3. İslam’ın hükümleri hususunda Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) sözleri ayet-i kerimeler gibi delildir.
Hakiki manada kanun koyucu olan sadece Allah’tır! Ancak Allah (celle celalühu) hükmünü Hz. Peygamber vasıtasıyla insanlara duyurmuştur. Dolayısıyla Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) de mecazen kanun koyucudur. Hz. Peygamber’in ağzından çıkan İslami bir hakikatin ayet-i kerime veya hadis-i şerif olmasının hüküm ifade etmek hususunda hiçbir farkı yoktur! Ancak ayet-i kerimelerin hepsi tevatürle nakledilmiş, hadis-i şerifler ise farklı sıhhat dereceleriyle nakledilmiş olduğundan, dini meselelerde öncelikli kaynak Kur’an-ı Kerim’dir. Ayet-i kerime nazil olmadığı halde Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) ilan ettiği hükümleri ve bu konunun detayını Ömer Faruk Korkmaz Hoca’nın “Sünnetin Hücciyeti” isimli kitabında bulabilirsiniz.
Bu konuda ehl-i sünnet itikadı şudur: “Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ilan ettiği dini bir meselenin ayet-i kerime veya hadis-i şerif olmasında bir fark yoktur! Müslümanlar, ayet-i kerimelerdeki gibi hadis-i şeriflerdeki hükümlerden de mesuldür![17]”
4. Kur’an-ı Kerim ve İslam ahkâmı tarihsel değil, evrenseldir.
İçinde yaşadıkları toplumun dayatmalarını Allah (celle celalühu)’nun dinine tercih eden bir grup insanın, “ayet ve hadislerin tarihsel olduğu” iddiası, Allah’ın dinine büyük bir iftiradır. Tarihselcilik: dünyayı ahirete tercih edenlerin yaşadıkları topluma ve zaman dilimine uymadığını düşündükleri İslami hükümleri ortadan kaldırmaya çalışmalarının kılıfıdır. Hâlbuki Allah’ın hükümleri, Allah (celle celalühu) aksini bir Peygamber vasıtasıyla haber vermedikçe geçerlidir. Kıyamete kadar da Peygamber gelmeyeceği ayetle sabit olduğundan[18] İslam ahkâmı kıyamete kadar bakidir.
Bu konuda ehl-i sünnet itikadı şudur: “Ayet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde geçen tüm hükümler esas olarak kıyamete kadar geçerlidir.[19] Aksini iddia eden Kur’an-ı Kerim’in bir kısmına iman etmiş, bir kısmını inkâr etmiş sayılır.”
5. Peygamberlerden sonra en hayırlı topluluk sahabe-i kiramdır. Onlar içerisinden de en hayırlıları hulefâ-i râşidîndir.[20]
İslam’ın en doğru, en mükemmel şekli Hz. Peygamber’in sağlığında yani sahabe-i kiram devrinde yaşanmıştır. Onların asrında İslam’ın aslından olmayıp hayatlarına soktukları hiçbir şey yoktu. Onlar, İslam’ın evvelinde “bu vazifeyi kim yapar” diye düşünüldüğü zamanda çocuğuyla ihtiyarıyla ortaya atılıp İslam davasına omuz verdiler. İslam adına kimse onlar kadar bedel ödemedi. Canlarını ve mallarını Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in yolunda seve seve harcadılar. Onlar vahyin inişine şahit oldular. Hz. Peygamber ile sohbet şerefine nail oldular. Bu şeref onları kıyamete kadar gelecek olan tüm insanlardan üstün yaptı.
Allah (celle celalühu), ayet-i kerimelerde onları “en hayırlı ümmet olmakla”[21], “İslam davasında önde gidenler olmakla”[22], “Allah’ın kendilerinden razı olduğu kullar olmakla”[23] vasıflamış ve “cennet yolunun onlara tabi olmaktan geçtiğini”[24] ilan etmiştir. Yine Hz. Peygamber farklı hadis-i şeriflerde (sallallahu aleyhi ve sellem) kutlu arkadaşlarını, “İnsanlık tarihinin en hayırlı nesli”[25], “cehennem ateşinin yakmayacağı kimseler”[26] ve “cennetlikler”[27] olarak vasıflamıştır. Sahabe-i kiram içerisinde de hayırda en önde olanlar hulefâ-i râşidîndir. Hz. Peygamber’in sağlığında insanlara namaz kıldıran Hz. Ebubekir’in[28], birçok hususta vahiy gelmeden önce gelecek vahye mutabık hüküm veren Hz. Ömer’in[29], Hz. Peygamber’e iki kere damat olan Hz. Osman’ın ve Hz. Peygamber’in ehl-i beytinin efendisi olan Hz. Ali’nin faziletleri burada ifade edilemeyecek kadar çoktur.
Bu konuda ehl-i sünnet itikadı şudur: “Sahabe asrı insanlık tarihinin en hayırlı asrıdır. Başkalarının ömürleri boyunca çalışıp ulaşamayacakları makamlara Hz. Peygamber’in sadece bir sohbetinde bulunmakla ulaşmışlardır. Hasan-i Basri w, sahabenin din hassasiyetini tebe-i tabiin neslinden olanlara şöyle tasvir etmiştir: “Siz onları (sahabe-i kiramı) görseydiniz: “bunlar deli” derdiniz; onlar sizi görseydi: “bunlar Allah’a ve hesap gününe iman etmemiş” derlerdi.”[30]
6. Sahabe-i Kiramın tamamını hayırla yâd ederiz.
Bir önceki maddede de ifade etmeye çalıştığımız gibi sahabe, insanlık tarihinin en hayırlı neslidir. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sevgili arkadaşlarıdır. Beşer olmak hasebiyle onlardan da kusurlar, hatalar sadır olmuştur. Ancak onların hataları doğru olana isabet edememeleridir. Yoksa hiçbiri İslam’a ve Hz. Peygamber’e ihanet etmemiştir, İslam davasını menfaatleri uğruna satmamıştır. Bu konuda mihengimiz: Hz. Hamza’yı (radıyallahu anh) şehit eden Hz. Vahşi’den, adaleti hâkim kılacağını düşünerek Hz. Ali (radıyallahu anh)’ın karşısına çıkan Hz. Muaviye (radıyallahu anh)’a kadar tüm sahabe bizim başımızın tacıdır! Doğru bir Müslümanın, dinin kendilerinden bize nakledildiği sahabeden herhangi biri hakkında kötü düşünmesi ve konuşması düşünülemez.[31] Hz. Peygamber’e arkadaşlık etmiş, yanında savaşmış, uğrunda ölmüş/öldürmüş/yaralanmış olan sahabeyi sevmek, Hz. Peygamber’i sevmektir! Onları sevmemek, Hz. Peygamber’i sevmemektir![32] Doğrularıyla yanlışlarıyla onlar Hz. Peygamber’in arkadaşlarıdır. Bize düşen: “onların hatası bizim doğrumuzdan evlâdır” diye düşünerek, Allah’ın onlar hakkında dediği gibi “Allah onlardan razı olsun” demektir.”
7. Kader; iman esaslarından biridir!
Allah Teâlâ’nın ilmi zaman mefhumunun dışındadır. O, geçmişi ve geleceği aynı şekilde bilir. Olmuş olanla, olacak olanı aynı şekilde bilir.[33] İlminde bir değişiklik olmaz. Dolayısıyla henüz insanlardan hiçbir ferdi yaratmadan önce kaç insan yaratacağını, hangisinin şaki hangisinin said olacağını, ömürlerini, ecellerini, boylarını, ne zaman yaşayacaklarını ve yaratılanlar arasında cereyan eden her şeyi eksiksiz biliyordu. Bu olayların tamamını bildi ve olayların bildiği şekilde cereyan etmelerine izin verdi. Allah (celle celalühu)’nun bizim yapacaklarımızı ezelde bilmesine “kader”, vakti geldiğinde bu olayın meydana gelmesine “kaza” denir.
Yeryüzünde Allah’ın bilgisi, kudreti ve yaratması olmadan bir yaprak bile kımıldamaz. Dolayısıyla insanların yaptıkları da Allah (celle celalühu)’nun takdiriyledir yani kaderledir.[34] Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kaderi inkâr edenleri “ümmetin Mecusileri” olarak vasıflamıştır.[35] Ancak Allah (celle celalühu) insanlara kendi takdir ettiği hayatı dayatmamakta, bilakis insanların iradeleri ile tercih ettikleri hayatı takdir etmektedir. Yani Allah (celle celalühu) bizim irademizi hangi yönde kullanacağımızı ezelde bilmiş ve irademize göre bir kader takdir etmiştir. Kaderin detayı da Allah’ın sırlarından bir sırdır.
Bu konuda ehl-i sünnet itikadı şudur: “Ayet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde ifade edildiği üzere âlemde meydana gelen her olay Allah (celle celalühu)’nun bilgisi, takdiri ve yaratması iledir. Bize düşen kaderin detaylarını araştırmak değil, kadere iman etmek ve teslim olmaktır.”
8. Yaptığı günahı helal görmedikçe Müslüman günahından dolayı tekfir edilmez.
İman ve amel birbirinden farklı şeylerdir. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in getirdiklerine eksiksiz inanan bir kimse ne kadar büyük günah işlerse işlesin bu onun imanına zarar vermez.[36] Her ne kadar ömrü günahlar içerisinde geçen bir kimsenin son nefeste imanını kurtarması zorsa da, dünya hayatında günahından dolayı bir Müslümana “kâfir” denilmez. Allah Teâlâ birçok ayet-i kerimede Müslümanlara “tövbe etmelerini” emretmiştir. Şayet Müslüman günahından dolayı iman dairesinden çıkacak olsaydı Allah (celle celalühu) tövbe değil “iman” emrederdi.
Bu konuda ehl-i sünnet itikadı şudur: “İman amelden bir cüz değildir.[37] Bir Müslüman dünyada yapılabilecek tüm kötülükleri yapsa da yaptıklarını helal saymadığı müddetçe tekfir edilmez. Aynı şekilde bir kâfir dünyada yapılabilecek tüm hayırları yapsa iman etmedikçe bu hayırları onu iman dairesine sokmaz.”
9. Şefaat haktır.
Âyet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde ifade edildiği üzere kıyamet günü hayır sahiplerinin günahkâr Müslümanlara şefaat edeceği sabittir. Kur’an-ı Kerim’de, “O gün, Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.”[38] ve “Allah katında, O’nun izin verdiği kimseden başkasının şefaati yarar sağlamaz.”[39] şeklinde, şefaati ispat eden birçok âyet-i kerime mevcuttur. Yine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in bu konuda çok açık beyanları bulunmaktadır. Bu âyet-i kerime ve hadis-i şerifleri görmezden gelerek, “kâfirlere şefaatin fayda vermeyeceğini” ifade eden âyet-i kerimeleri okuyup, hiçbir şefaatin geçerli olmayacağını iddia etmek, Kur’an ile insanları kandırmaktır.
Bu konuda ehl-i sünnet itikadı şudur: Başta Peygamberler olmak üzere salih kimselerin günahkâr Müslümanlara şefaati haktır.[40] Bu şefaat Allah’ın cehenneme atmak istediği bir kimseyi kurtarmak değil, Allah (celle celalühu)’nun, affına salih kullarını vesile kılmasıdır.
10. Peygamberler masumdur, günah işlemekten korunmuşlardır.
Allah’ın dinini insanlara anlatacak olan Peygamberlerin alelâde insanlar olması mümkün değildir. Zira onların zatı, dinin insanlara aktarıldığı kanaldır. Bu kanalın bozuk olması düşünülemez. Dolayısıyla bir Peygamberin vahiyden önce olsun sonra olsun haysiyete, karaktere zarar verecek (şirk, hırsızlık, zina gibi) işler yapması mümkün değildir.[41] Aynı şekilde bir Peygamberin bile bile Allah’a isyan anlamına gelen bir haramı/günahı işlemesi de ehl-i sünnete göre mümkün değildir.[42] Ancak beşer olmaları hasebiyle kendilerinden hata ve unutkanlık sâdır olabilir ki Âdem (aleyhisselam)’ın başına gelen budur.[43]
Aynı şekilde henüz vahiy gelmemiş olan bir konuda kendi içtihatları ile amel ettiklerinde, içtihatları Allah (celle celalühu)’nun muradına isabet etmeyebilir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’e, Tebük seferi öncesinde bazı kimselere izin vermesi hakkında nazil olan ve bunun hata olduğunu bildiren ayet-i kerime de böyle değerlendirilebilir.[44] Bu şekilde hata, unutma gibi durumlarda da Peygamberler asla yanlış üzere bırakılmazlar. Zira bu, insanlar tarafından yanlışın meşru olması şeklinde anlaşılır. Dolayısıyla bir uyarı ile birlikte böyle küçük hataları düzeltilir.
Bu konuda ehl-i sünnet itikadı: “Peygamberler ilahi dinleri insanlara öğreten, Allah (celle celalühu) ile kulları arasında köprü vazifesi gören seçilmiş kullardır.[45] Sıradan insanlar değil, kendilerine vahiy gelen, Allah (celle celalühu) ile irtibatı bulunan kimselerdir.[46] Bu sebeple insanların kendilerini eleştirebileceği, ayıplayabileceği işler yapmaktan korunmuşlardır.[47] Günah işlemeleri mümkün değildir ancak kendilerinden “zelle” diye tabir edilen bazı hatalar sâdır olabilir. Bu hatalar da vahiy ile kendilerine bildirilir, hata üzere bırakılmazlar.[48]”
11. Peygamberler, velilerden üstündür.
Peygamberler Allah (celle celalühu)’nun ahkâmını insanlara ulaştırmak üzere insanların arasından seçmiş olduğu ve kendilerine vahyettiği özel kullarıdır. İnsanlara Allah’ı (celle celalühu) öğreteceklerinden dolayı devamlı Allah’ın (celle celalühu) koruması altındadırlar, günah işlemekten ve insanların nefretini gerektirecek işlerden korunmuşlardır. Veliler ise Allah (celle celalühu)’nun ahkâmına eksiksiz riayet etmeye çalışan ve bu çalışmaları sebebiyle manen Allah’a (celle celalühu) yakınlık elde eden kimselerdir. Kur’an-ı Kerim’de bu husus: “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.”[49] şeklinde ifade edilmiştir.
Her ne kadar umumi manada tüm Müslümanlar Allah’ın dostları olsalar da, “kendilerine korku ve hüzün olmayan dostlar” özel bir zümredir. Zira Müslüman olup, günahları sebebiyle cehenneme gidecek olanlar veya kıyamet günü sorgu sırasında zorluk çekecek olanlar vardır. Ancak hiçbir veli çalışması ile Peygamber derecesine ulaşamaz. Zira velilik, Peygambere olan ittiba‘ ile kazanılır. Asıl Peygamberdir, veliler onların yolunu takip eden salih kullardır. Bu konuda mihengimiz: “Yeryüzündeki tüm veliler toplansa bir Peygamberin derecesine ulaşamazlar.[50] Peygamberliğin; vahye muhatap olmak, masum olmak, son nefes tehlikesi bulunmamak gibi birçok meziyetleri vardır. Veliler ise her ne kadar günahlardan korunsalar da masum değillerdir, günah işleyebilirler. Vahye muhatap değildirler ve her kul gibi son nefeste iman tehlikesi kendileri hakkında mevcuttur.”
12. Peygamberler Allah (celle celalühu)’nun bildirmesiyle gaybı bilebilirler.
Allah (celle celalühu)’dan başka hiç kimse her şeyi bilemez.[51] Ancak Allah (celle celalühu), kendisinden başkasının bilemeyeceği bir takım gaybi haberleri kulları içerisinden seçtiği kimselere bildirebilir. Peygamberlerin sıradan insanlar olduğuna inanıp, Kur’ân-ı Kerim’i kendi inançlarına dayanak bulmak adına okuyanlar “bir kısmına iman ederiz, bir kısmını inkâr ederiz” mantığıyla, ayetlerin başını sonunu kırparak bu hakikati gizlemeye çalışmaktadırlar. “O, gaybı bilendir. Hiç kimseye gaybını bildirmez.”[52] ayet-i kerimesini okuyup “Peygamberlerin gaybı bilemeyeceğini” haykıranlar, bir sonraki ayet-i kerime ile beraber hakkı gizleyip, insanları kandırmaktadırlar. Zira Allah Teâlâ bu ayet-i kerimenin hemen peşinde: “Ancak seçtiği resuller başka. (Onlara bildirir.)” buyurmaktadır.
Kur’an-ı Kerim bunun misalleri ile doludur. Kehf suresinde geçen salih kulun duvarın altındaki altını[53] ve öldürdüğü çocuğun fâsık olacağını bilmesi[54], Musa (aleyhisselam)’ın annesinin “çocuğunun kendine döndürülmesi” ile teselli edilmesi[55], Hz. İsa (aleyhisselam)’ın Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’i müjdelemesi[56], Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’e eşleri arasında geçen konuşmanın bildirilmesi[57] bunların sadece birkaç tanesidir. Ancak batıl din anlayışlarına temel oluşturabilmek adına, “Allah (celle celalühu)’nun da gaybı bilemeyeceğini” iddia edecek kadar yoldan çıkmış olanlara delil getirmenin fayda vermeyeceği açıktır. Zira bu zevat, tüm güçlerini işlerine gelmeyen ayet-i kerime ve hadis-i şerifleri tahrif yolunda sarf etmektedirler. Bu konuda mihengimiz: “Her şeyi sadece Allah (celle celalühu) bilir. Ancak dilediği kimselere gayb âleminden bazı şeyleri bildirebilir.[58] Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler bunun misalleri ile doludur. Bunu inkâr edenler; Allah (celle celalühu)’nun indirdiği dine iman etmek yerine kendi uydurdukları dini, Allah (celle celalühu) indirmiş gibi göstermeye çalışanlardır.”
13. Velilerin kerametleri haktır, inkâr edilemez.
Velilere, Peygamberlere uymaları ve dini dikkatli yaşamaları bereketiyle keramet bahşedilmiştir.[59] Keramet; ikramlar demektir ve daha çok velilerden sadır olan harikulade olaylar için kullanılmıştır. Kerametin delilleri sadedinde; Meryem valideye Zekeriya (aleyhisselam)’ı şaşırtacak şekilde Allah (celle celalühu) katından rızık gelmesi[60]; Hızır (aleyhisselam)’ın kıssası[61]; Belkıs’ın tahtının uzak bir mesafeden göz açıp kapayıncaya kadar birisi tarafından getirilmesi[62] ve Musa (aleyhisselam)’ın annesine Allah (celle celalühu) tarafından haber verilmesi[63] örnek olarak verebilir. Kerametin mevcut olduğuna sünnetten ve İslam tarihinden kitap hacminde örnekler vermek mümkündür. Bu konuda mihengimiz: “Velilerde Allah’ın bir ikramı olarak keramet zuhur etmesi mümkündür ve vakidir. Kendilerinde bir keramet bulunmayan kimselerin keramet müessesini inkâr etmelerinin, kör bir kimsenin “güneş yok” demesinden farkı yoktur.”
14. İsa (aleyhisselam) kıyamete yakın yeryüzüne inecektir.
Allah (celle celalühu), Kur’an-ı Kerim’de “İsa (aleyhisselam)’ı öldürdüklerini iddia eden” Yahudileri yalanlamış: “Oysa onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat onlara öyle gibi gösterildi.”[64] ve aynı ayet-i kerimenin sonunda “Onu kesinlikle öldüremediler!” buyurmuştur. Sonraki ayet-i kerimede de “Onu kendisine yükselttiğini”[65] ilan etmiştir. Yine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bize sahih hatta tevatür yoluyla[66] ulaşan hadis-i şeriflerinde, “Meryem oğlu İsa’nın yakında aramıza ineceğini”[67] bizlere haber vermiştir. Nerede, kimden, ne okudukları belli olmayan ilahiyatçıların en ziyade inkâr ettikleri mesele budur. Bizim bu konuda mihengimiz: “Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’den sahih yollarla bize ulaşan “Deccal’in çıkması, İsa (aleyhisselam)’ın yeryüzüne inmesi” gibi kıyamet alâmetlerine iman ederiz![68] Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’den bize ulaşanlara tıpkı sahabe-i kiramın dediği gibi: “işittik ve itaat ettik” deriz.”
15. Mehdi (aleyhisselam) zuhur edecektir.
Tekrarlanmaktan usanmayacağımız bir hakikat var! Ehl-i Sünnet itikadı, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ağzından çıkıp bize sahih yolla ulaşan her bilgiye, aklımız alsın veya almasın, işimize gelsin veya gelmesin inanmayı gerektirir. Hz. Mehdi’nin çıkacağı da bu haberlerden biridir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Mehdi (aleyhisselam)’ın “kendi soyundan olacağını”[69], “döneminde zenginlik olacağını”[70], “Allah (celle celalühu)’nun onu bir gecede vazifeye uygun hale getireceğini”[71] ve benzeri birçok vasfını ifade etmiştir. Muhammed b. Cafer el-Kettâni, mütevâtir hadisleri topladığı kitabında, Mehdi (aleyhisselam)’dan bahseden hadislerin mütevâtir seviyesinde olduğunu belirtmiş ve bu hadislerin sahabî ravilerinden 20 tanesini zikretmiştir.[72] Birçok âlim, sadece Mehdi (aleyhisselam) ile alakalı rivayetleri toplayan ve ispat eden kitaplar yazmıştır.[73] Bu konuda mihengimiz: Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in haber verdiği “Deccal’in çıkması”[74], “Dabbetü’l-Arz’ın çıkması”[75], “güneşin batıdan doğması”[76] gibi kıyamet alametlerinin gerçekleşeceğine inandığımız gibi Mehdi (aleyhisselam)’ın zuhur edeceğine de inanırız.”
16. Zât ile tevessül caizdir ve meşrudur.
Tevessül; vesile kılmak demektir. Allah (celle celalühu)’nun affını ve yardımını salih görülen bir kulun hürmetine istemektir. Halk arasında yaygın olan “Hz. Peygamber’in yüzü suyu hürmetine senden istiyoruz” şeklinde tevessül etmektir ve bu ayet, hadis ve icma‘ ile sabittir. İslam uleması tevessülün caiz ve güzel bir iş olduğunda ittifak etmiştir.[77] Hicri yedinci asırda ortaya çıkan ve icmaya muhalif görüşleriyle ümmet içerisinde derin tefrikalara sebep olan İbn-i Teymiye’ye kadar tevessülü reddeden hiçbir İslam âlimi yoktur.[78]
Allah (celle celalühu) bir ayet-i kerimede: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.”[79] buyurmuştur. Yine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), gözleri görmeyen ve görmek için kendisinden dua isteyen bir sahabîye, “Ya Rabbi! Sana Peygamberin Muhammed ile yöneliyorum, bana şifa ver!” şeklinde bir dua öğretmiştir.[80] Yine Hz. Ömer (radıyallahu anh), Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in vefatından sonra yağmur duası esnasında: “Allah’ım! Bizler daha önce Peygamberini vesile edinerek sana niyazda bulunurduk, sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise Peygamberimizin amcasını vesile kılıyor ve senden talep ediyoruz. Bize yağmur ihsan et!” diyerek dua etmiştir.[81] Yani Hz. Abbas (radıyallahu anh)’ı vesile kılmıştır.
Yine Taberâni’nin Mucemü’l-Kebir’de naklettiği Fâtıma binti Esed hadisinde, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in duasını: “Peygamberin ve benden önceki Peygamberlerin hakkı için senden istiyorum!” diyerek bitirdiği geçmektedir.[82] Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde bu konuda daha birçok delil mevcuttur.[83] Bu konuda mihengimiz: “Dualarda Peygamberler ve salih kimseler ile tevessül yapmak caizdir. Tevessül; bir kişiyi Allah’a (celle celalühu) ortak edip o kişiden istemek değil bilakis o kişi hürmetine Allah (celle celalühu)’dan istemektir. Bu, bizzat Hz. Peygamber’in uygulaması ile sabittir.”
İlk ve Son Sözümüz
Nisan yağmurları gibi bâtıl itikâdî görüşlerin arasında yaşadığımız bu asırda Rabbimizden isteğimiz: “Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar.”[84] ayet-i kerimesinde işaret ettiği şekilde inanmayı bizlere nasip etmesi ve anlaşmazlık içindeki bâtıl inançlardan bizleri muhafaza etmesidir.
Kaynakça
[1] Nur, 51; Müslim,” İman”, No: 199
[2] Müslim, “Fezail”, No: 134
[3] Tirmizi, Kader, 16
[4] Taftazani, Şerhu’l-Makâsıd, Daru’l-Maarifi’n-Numaniyye, 1981, II/ 305
[5] A’li İmran, 110
[6] Maide, 119
[7] Muhyiddin el-Hatip, el-Hututu’l-Arîza, s. 20-21
[8] el-Hatip a.g.e., s. 30
[9] İbn Teymiye, Mecmuu’l-Fetâva, V/ 60
[10] Tirmizi, “İman”, No: 18
[11] İhlas, 1
[12] Taberani, el-Mu’cemu’l-Evsat, No: 6319
[13] Lokman, 28; Hucurat, 18
[14] Şura, 11
[15] Muhammed el-Baberti, Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviyye, Mektebetü Daru’d-Dekkak, 2010, s. 22
[16] Ebu’l-Hasen el-Eş’ari, el-İbane an Usulü’d-Diyane, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2017, s. 16
[17] Enfal, 24; Nur, 51
[18] Ahzap, 40
[19] Tirmizi, “Fezailü’l-Kur’an”, 14
[20] Taftazani, Şerhu’l-Akaidi’n-Nesefiyye, , Mektebetü’l-Büşra, 2010, s. 352-360
[21] A’li İmran, 110
[22] Tevbe, 100
[23] Maide, 119
[24] Bakara, 137
[25] Buhâri, “Fezâilü Ashâb”, No: 1
[26] Tirmizi, “Menâkıb”, No: 3862
[27] Tirmizi, “Menâkıb”, No: 3867
[28] Buhâri, “Kitâbü’l-Ezân”, No:39
[29] Suyûtî, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Heyeti’l-Mısriyye, 1974, I/127
[30] Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, Daru’l-Hadis, 2009, II, 31
[31] Müslim, “Fezâilü’s-Sahâbe”, 54/221
[32] Tirmizi, “Menâkıb”, No: 3862
[33] Haşr, 22
[34] Ebu’l-Hasen el-Eş’ari, a.g.e., s. 80-81
[35] Ebû Davud, “Sünnet”, 17/1
[36] Abdülkâhir el-Bağdâdî, el-Fark Beyne’l-Fırak, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiye, 2013, s. 82
[37] Taftazâni, a.g.e., s. 307
[38] Tâhâ, 109
[39] Sebe, 23
[40] Taftazâni, a.g.e., s. 290
[41] Taftazâni, a.g.e., s. 337
[42] Taftazâni, a.g.e., s. 335
[43] Tâhâ, 115
[44] Tevbe, 43
[45] Âli İmran, 33
[46] Fussilet, 6
[47] El-Bağdâdî, a.g.e., s. 167
[48] İmam-ı Rabbânî, el-Mektûbât, 63. Mektup
[49] Yunus, 62
[50] Muhammed el-Bâberti, a.g.e., s. 133
[51] Neml, 65
[52] Cin, 26
[53] Kehf, 82
[54] Kehf, 80
[55] Kasas, 7
[56] Saff, 6
[57] Tahrim, 3
[58] Abdullah b. Ahmed en-Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, Dâru Yâsîn, 2012, III, 456
[59] Muhammed el-Bâberti, a.g.e., s. 134
[60] Â’li İmrân, 37
[61] Kehf, 65-82
[62] Neml, 40
[63] Kasas, 7
[64] Nisa, 157
[65] Nisa, 158
[66] İmam Kevseri, Nazratün Âbira, Dâru’l-Ceyl, 1987, s. 46-47
[67] Müslim, “Kitabü’l-İman”, 71
[68] el-Bâberti, a.g.e., s. 135
[69] İbn-i Mâce, No: 4082, 4085, 4086; Ebû Dâvûd, No: 4282, 4283, 4284
[70] İbn-i Mâce, No: 4083
[71] İbn-i Mâce, No: 4085
[72] Muhammed b. Cafer el-Kettâni, Nazmü’l-Mütenâsir mine’l-Hadîsi’l-Mütevâtir, Dâru’l-Kütübi’s-Selefiyye, s. 226
[73] Celâleddin es-Suyûti, el-Urfü’l-Verdî fi Ahbâri’l-Mehdî
[74] Müslim, “Kitâbü’l-Fiten”, No: 2899
[75] Müslim, “Kitâbü’l-Fiten”, No: 2901
[76] Buhâri, “Kitâbü’r-Rikâk”, No: 6506
[77] İmam Sübkî, Şifâü’s-Sikam fi Ziyârati Hayri’l-Enâm, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiye, 2008, s. 357
[78] İmam Sübkî, a.g.e., a.y.
[79] Mâide, 35
[80] Tirmizi, No: 3578
[81] Buhari, İstiskâ, 4
[82] Muhammed Zâhid el-Kevserî, Mahku’t-Tekavvül fî Meseleti’t-Tevessül, el-Mektebetü’l-Ezheriyye, 2006, s. 16
[83] Yusuf, 97; Bakara, 89; Nisâ, 67
[84] Bakara, 137
Bir yorum
Pingback: Kabir Azabı Var Mıdır? | İslam Dininde Kabir Hayatı - Meşihat